:::: MENU ::::

Daha çok ekonomi, az çok da üstüme vazife olmayan şeyler ...

8/25/2012

Keynesyen iktisat teorisini benimseyen iktisatçılar üzerinde Keynes’in fikirleri çok kısa zamanda etkili olmuş ve "Keynesyen İktisat" adı verilen bir görüş doğmuştur. Keynesyen İktisat; geleneksel keynescilik, dengesizlik keynesciliği, post keynescilik ve yeni keynescilik olmak üzere farklı kollara ayrılmaktadır.


Geleneksel Keynesyen yaklaşımın tanınması ve benimsenmesinde John Hicks’in önemli katkıları olmuştur. John Hicks, 1937 yılında yayınladığı "Mr. Keynes and the Classics", adlı makalesinde klasik iktisadın temel ilkeleri ile Keynes’in Genel Teorideki görüşlerini birleştirerek iki teorinin sentezini yapmıştır. Hicks, Walras’ın Genel Denge Modeli’nden etkilenmiş ve Keynes’in Genel Teorisi’ndeki açıklamaları bu çerçevede yorumlamıştır.

Walras, değişim kıymet teorisinin temeline marjinal faydayı yerleştirmiştir. Bu teoride bireysel talep eğrilerini belirleyen bir malın fiyatı değil, diğer bütün malların fiyatları ve tüketicilerin geliri ile zevk ve davranışları sabit varsayılmıştır. Walras piyasada fiyatların, malların stoklarına ve fertlerin ticari amaçlarına bağlı olarak oluştuğunu, piyasada dengenin piyasa arz ve talebinin bu fiyatları birbirine eşitlediğinde oluşacağını, eğer piyasada denge oluşmadıysa fertlerin yeni sözleşmeler yaparak denge fiyat seviyesinin bulunacağını varsaymıştır.

Hicks, kısa dönem denge gelir, istihdam ve faiz oranlarının para arzının para talebine eşit olduğu bir düzeyde oluşacağını kabul etmiştir. Hicks’in bu görüşleri daha sonra Alvin Hansen tarafından geliştirilmiş ve iktisat literatürüne IS-LM olarak adlandırılan "Hicks-Hansen Modeli" olarak geçmiştir. Hicks bir malın fiyatı düştüğünde o malın talebinde meydana gelen artışın gelir ve ikame etkilerinden nasıl etkilendiğini, kayıtsızlık eğrileri ve bütçe doğrularıyla açıklamıştır.

Keynesyen düşüncede bütçe düzenlemeleri, politik uygulamalar yerini "ince ayar" bütçe uygulamasına bırakmıştır. Geleneksel Keynesyen görüş, ekonomik istikrarsızlığın temelini "ince ayar" yönteminin uygulanamamasına bağlamaktadır. 1970’li yıllarda dünyada yaşanan petrol krizleriyle birlikte enflasyon ve işsizliğin bir arada oluşması Keynesyen İktisat politikalarının eleştirilmesine neden olmuştur. Neoklasik eleştirinin ana hatlarını Keynesyen yaklaşımın ekonominin talep temelleriyle ilgilenmesi oluşturmaktadır. Keynesyen yaklaşıma göre, ekonomide oluşan işsizlik ve enflasyonu devletin müdahalesi ile toplam talep canlandırılarak ve maliye politikaları uygulanarak kriz ortadan kaldırılabilir. Piyasalarda meydana gelen krizler tam istihdama ulaşmayı geciktireceğinden, kamu harcamalarının artırılması, vergi indirimleri yapılması, bütçe açığı vererek ve açığı emisyon yoluyla karşılayarak ekonominin tam istihdam seviyesine ulaşabileceğini savunmuşlardır. Neoklasikler yaşanan ekonomik krizlerden çıkış yolu olarak talep genişletici para ve maliye politikaları uygulayarak toplam talebi artırmak veya yüksek işsizlik nedeniyle işçiler arasındaki rekabetten dolayı ücretler düşürülerek toplam arzın artırılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Neoklasikler ücret kontrollerinin enflasyonist ortamlarda işsizliği azaltacağını kabul etmişler, ancak bunun serbest piyasa işleyişinde gerçekleşeceğini savunmuşlardır.

Dengesizlik Keynesyen Yaklaşımı neoklasik yaklaşımın piyasa denge analizine karşı çıkarak, piyasadaki fiyatların denge fiyatları olmayacağı, fiyatların esnek olmadığı varsayımı eşliğinde piyasada oluşan dengesizliklerin diğer piyasalarda da dengesizlik yaratacağını savunmuşlardır. Bu yaklaşım 1960 yılında A.Leijonhulfud ve W.Clower tarafından geliştirilmiştir. Daha sonra R.Barro ve H.Grossman, D.Patinkin’in işgücü piyasası ile Clower’ın mal piyasası analizini birleştirerek bütünleştirmiştir. Bu yaklaşımda istihdam ve gelir üzerindeki dalgalanmalar fiyat ve ücretlerin esnek olmamasından kaynaklanmaktadır. Yani fiyatlar denge düzeyinde değilse ücretlerin de denge düzeyinde olmayacağı ve işsizliğe yol açacağı savunulmaktadır. Bu yaklaşımda işsizliği önlemenin yolu gelirler ve fiyatlarla ücretlerin düşürülmesine bağlıdır.

Post Keynesyen Yaklaşım 1970’li yıllarda ortaya çıkan ekonomik kriz karşısında iktisat politikası önerilerinin yetersiz kalması ve yeni klasik iktisadi düşüncenin piyasaya hakim olmaya başlaması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım, belirsizliği temel alarak yeni klasik yaklaşımın savunduğu belirsizlik görüşünü reddeder. Yeni Klasik iktisat yaklaşımında karar birimlerinin bilgi ile ilgili bir problemlerinin olmadığını, piyasanın tam bir bilgiye sahip olduğu ve piyasaların bu bilgiyi en etkin şekilde kullandığı görüşü hakimdir. Tam bilginin geçmiş, içinde bulunulan zaman ve geleceği kapsadığı varsayımı altında gelecekle ilgili bir belirsizliğin olmayacağını ve geleceğin bilinebilir bir yapıda olduğunu savunmuşlardır. Post Keynesyen yaklaşım da piyasalarda bilgi asimetrisinin bulunabileceği, gelecek hakkındaki belirsizliğin iktisadi karar birimlerini etkileyebileceği ve piyasada tam bilginin aksayabileceği savunulmuştur. Bu durumda Yeni Klasik yaklaşımda her şey bilinebilir ve belirsizlik yoktur düşüncesi geçerli olsa da, Post Keynesyen yaklaşımda her şeyin bilinmesi imkansızdır ve piyasalara belirsizlik hakimdir.

Post Keynesyenler Keynes’den farklı olarak yatırımları, faiz oranlarına değil kar seviyesine bağlamışlar ve yatırımların tasarruf oranları tarafından değil tasarrufların yatırım oranları tarafından belirlendiğini ileri sürmüşlerdir. Bu yaklaşımda yatırımları belirleyen iki unsur vardır. Bunlar; cari ürün ve sermaye varlıkları fiyatları ile ekonomide var olan finansman ve kredi kurumlarının yapısı ve şartlarıdır. Yatırımı belirleyen iki etkenden birincisini efektif talep kavramını ön plana çıkarmak, ikincisini ise yatırımların yalnızca müteşebbislerin içsel fonlarına bağlı olmadığı, kredi kurumlarının yatırımlardaki fonksiyonunu belirtmek için kullanmışlardır. Ekonomik dalgalanmaların yatırım ve piyasa üzerinde etkili olduğu bu yaklaşımda, tam istihdama varılmadan önce finansal kaynakların üretimden spekülasyona doğru bir hareketi olursa bunun ekonomide daralmalara ve krizlere yol açacağı savunulmaktadır. Ekonominin uzun süre büyüme sağlaması; sermaye donanımı, reel ücret oranları, iş gücü ve teknolojik gelişme düzeyinin yüksek olmasına bağlıdır. Devletin ekonomik hayata müdahalesini savunan bu yaklaşım ticaret ve finans sektöründe büyük firmaların tekelci gücünü azaltmak ve gelir dağılımında adaleti sağlamak amacıyla başta kamu yatırım harcamaları olmak üzere kamu politikalarının aktif bir şekilde kullanılmasını önermektedir.

Yeni Keynesyen yaklaşım, 1980’lerde Yeni Klasik yaklaşımın Rasyonel Beklentiler kavramı ile klasik mikro iktisadın kar ve fayda maksimizasyonu varsayımını dikkate alarak mikro ekonomik esaslar temelinde Yeni Klasik modele karşı ortaya çıkmıştır. Yeni Keynesyen yaklaşım fiyat ve ücretlerin katılığı üzerinde çalışmış ve makro ekonominin mikro temelleri üzerinde çalışmalarına yön vermiştir. Yeni Keynesyen yaklaşım ücret katılıklarını işgücü piyasasının dengesizliğine dayanan modellerle açıklamışlardır. Bu yaklaşımda zımni sözleşme kuramı, ücret katılığını açıklamakta ve ücret katılığının, işverenlerin işçilerin risklerini yüklenerek zımni bir sigorta yaptırmasının bir sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Etkin ücret teorisinde ise işçilerin verimliliği onlara verilen ücretle doğru orantılı olarak kabul edilmekte ve firmaların verimliliğin düşmemesi için işsizliğin ortaya çıkmasını göz önüne alarak, imkanları olduğu halde ücretlerin düşmesine müsaade etmeyecekleri belirtilmektedir. Çünkü düşük ücret; verimliliğin düşmesine, sorumluluk anlayışının azalmasına ve işçilerin firmaya olan bağlılıklarının zayıflamasına neden olur. Bu yaklaşımda, ücretlerin verimlilik düşüren etkisi yeteri kadar büyükse, bunun emek piyasasında arz ve talep dengesinin bozulmasına neden olacağı savunulmuştur.

Fiyat katılıklarını ise, fiyat ayarlamasının yüksek marjinal maliyetine bağlı olarak mal piyasasındaki düzensiz rekabetle açıklamışlardır. Malların fiyatlarındaki değişmelerde monopolcü rekabet ortamında firmaların menü maliyeti ile karşılaştıklarını, yani firmaların fiyatı belirleme ve tekelci güce sahip olduğunu ve fiyat koyucuların dengeyi sağlamaktaki başarısızlıklarını açıklamaya çalışmışlardır.

Yeni Keynesyen iktisatçılar, bazı ekonomik değişkenlerin uzun dönem denge değerlerinin sabit bir düzeyde kalmadığını, mevcut şartların değişmesi durumunda, bu değişkenlerin uzun dönem denge düzeylerinin de değiştiğini iddia etmektedirler. Bu görüş, literatürde "Histeri Hipotezi" olarak bilinmektedir. Bu durumda genişletici politikalar cari, doğal işsizlik oranının azalmasına yol açacak ve genişletici politikaların enflasyonist etkisi işsizlik düştükten sonra ortadan kalkacaktır. Kısacası Yeni Keynesyen yaklaşımın; üretim dalgalamalarını bir yana bırakmaksızın, tam ücret katılığını varsayarak, fiyat ve para arzıyla ilgili kolayca ulaşılabilen bilgiye rağmen ekonominin sürekli eksik istihdam düzeyinde olacağını ve reel ücret hareketleri ile emek piyasasını da içine alarak ekonomik krizleri açıklamaya çalıştığı söylenebilir.

8/16/2012

Yeni klasik yaklaşım, 1961 yılında John Muth tarafından klasik teorinin temel ilkelerini benimseyerek ortaya çıkan yeni bir ekonomik teoridir. Yeni klasik yaklaşım iki temel varsayıma dayanmaktadır. Bunlar; bireyler ellerindeki mevcut tüm bilgiyi kullanırlar ve fiyatlar ile ücretler esnek olduğu varsayımlarıdır. Temel varsayımlardan ilki şöyle ifade edilebilir. Beklentilerin oluşturulması için gereken bilgilerin elde edilmesi sürecinde rasyonel davranış tarzı uygulanmalıdır. Rasyonel davranan bireyler, ekonomik değişkenlere ait beklentileri, elde edebildikleri tüm bilgileri kullanarak ve tutarlı bir iktisadi model çerçevesinde değerlendirerek oluştururlar. İkinci temel varsayım da işsizliğin daima gönüllü olduğunu ve insanların ücretlerin çok düşük olduğunu düşündükleri için işsiz kaldığı savunulmaktadır.


Yeni klasik yaklaşıma göre ekonomi tam istihdamda değilse bu, kişilerin fiyatlar hakkındaki bekleyiş hatalarından kaynaklanmaktadır. Fiyat dalgalanmalarına neden olan hatalar tesadüfidir. Devletin ekonomiyi yanlış yönlendirmesi sonucu fiyatlar ve ücretlerle ilgili dengesizlikler yaşanmaktadır. Bu yaklaşımda ekonomik karar alıcıların sürekli hata yapması söz konusu değildir. Çünkü bireyler rasyonel davranışlara sahiptirler ve yapılan hatalardan çok çabuk ders alırlar.

Bu yaklaşıma göre ekonomide uygulanan politikaların yaratacağı etkiler rasyonel davranışlardan dolayı istenilen sonuçları vermede yetersiz kalacaktır. Devlet; vergiler, kamu harcamaları ve para arzı gibi değişkenleri kullanarak, istihdam, üretim ve fiyat istikrarı gibi ekonomik değişkenler üzerinde etkili olamaz. Bu teoriye göre devlet, kuralları belirlememeli ve bireyler de olası sonuçları önceden anlamaya çalışmalıdır. Bireyler bu yaklaşıma göre, para ve fiyatlar arasındaki ilişkiyi anlayarak bilgilerini sürekli olarak reel ve nominal değişmeler arasında ayrım yapmak için kullanırlar. Bundan dolayı kısa dönemde para yansız olup, para arzı dalgalanmalarının beklenen kısmı fiyatları etkilerken, beklenmeyen kısmı ise ekonomiyi reel açıdan etkilemektedir. Bu yaklaşımdan dolayı, hem Keynesyen hem de Monetaristlerin fiyat beklentilerinin kısa dönemde sabit kaldığı varsayımını eleştirmişlerdir. Ekonomide görülecek herhangi bir krizi paranın etkilerine bağlayarak, devletin istihdam ve üretimi artırmak için para ve maliye politikasını kullanmasının gereksiz olduğunu savunmuşlardır.

Neoklasik yaklaşımın tam bilgi kuramı varsayımı yerine yeni klasik yaklaşımda haber alma mükemmel değildir tezini savunurlar. Yeni Klasiklere göre ekonomideki krizlerin çoğu yetersiz bilgilenme sonucu oluşan yanılgılardan meydana gelmektedir. Ancak yanılgıların fark edilmesiyle ekonomi yeniden doğal dengesine gelecektir. Ekonomi ile ilgili her birimin gelecekle ilgili rasyonel beklentileri olduğu ve sistematik hata yapmadan ekonomik birimlerin yetersiz bilgilenmesinden kaynaklanan yanılgılar sonucu krizlerin olabileceğini savunmuşlardır.

Yeni liberal yaklaşımı oluşturan; Monetarizm, Arz Yanlı ve Yeni Klasik Yaklaşıma göre, ekonomik krizler veya istikrarsızlıklar devletin izlemiş olduğu para ve maliye politikalarının yanlış uygulamalarından kaynaklanmaktadır. İşsizlik ve enflasyon gibi makroekonomik sorunların ortaya çıkmasının nedeni piyasaya dışarıdan çoğu zaman para ve maliye politikaları ile yapılan müdahalelerdir. Ekonomik krizden çıkmanın yolu olarak, devlet ekonomiye müdahale etmemeli ve ekonomiyi piyasa kurallarına göre liberalize etmelidir.

8/02/2012

1929 krizini izleyen süreçte, Gelişmiş Ülke (GÜ)’lerde meydana gelen şiddetli depresyon ve işsizlik karşısında, o güne kadar geçerli olduğuna inanılan klasik ekonomik anlayışın yetersiz kalması, bu yaklaşıma karşı çıkan talep yanlı Keynesyen yaklaşımın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Klasiklerin iddia ettiği gibi, ekonominin kendinden dengeye geleceği, tam istihdamın otomatik olarak sağlanacağı görüşünü reddeden ve Say yasasının geçersiz olduğunu belirten Keynes, yatırım ve tasarruf eşitliğinin de her zaman gerçekleşmediğini ileri sürmüştür. Keynes, kuramında iktisadi faaliyet düzeyini beş değişkene bağlamaktadır. Ekonomik sistemin işleyişinde belirtilen bu değişkenler; milli gelir, istihdam, tüketim, yatırım ve faiz oranlarıdır.


Keynes’in çıkış noktası, ekonomide toplam istihdam ve milli gelir düzeyini belirleyen efektif taleptir. Efektif talep, girişimcilerin belli bir üretim düzeyinde öngördükleri tüketim ve yatırım harcamalarının toplamından oluşan, başka bir ifadeyle, cari işlemler düzeyinde talep edilecek olan tüketim ve yatırım mallarının toplamıdır.

Kesnesyen yaklaşımda, istihdam seviyesinin efektif talebe, efektif talebin de tüketim ve yatırım harcamalarına bağlı olduğu, eksik istihdamda denge oluşmasının nedeninin eksik efektif talep olduğu ifade edilmiştir. Keynes, ekonomide iradi işsizliğin yanında gayri iradi işsizliğin de var olduğunu belirtmiş ve klasiklerin, ücret emeğin marjinal hasılasına eşittir görüşünü, istihdam düzeyini emeğin veriminin reel ücreti de efektif talebin belirlediği görüşüyle eleştirmiştir. Keynes, klasiklerin piyasa ve fiyat mekanizmasına bağladıkları denge koşulunu milli gelirdeki değişmelere dayandırmaktadır. Klasik yaklaşımda ekonominin itici gücü arz yönlüyken, Keynes’te milli gelir düzeyi ve milli gelirle doğru orantılı olan istihdam düzeyi, yatırım ve tüketim harcamalarından oluşan toplam talebe bağlıdır. Tüketim harcamaları tüketim eğilimine, yatırım harcamaları da sermayenin etkinliği ve faiz oranlarına bağlıdır. Keynes’e göre, sermayenin marjinal verimliğindeki değişim, yatırımcıların gelecekle ilgili kararlarını, bu kararlar da efektif talep ve faiz oranlarını belirlemektedir. Eğer faiz oranları sermayenin marjinal verimliğinden büyükse, sermayeye gereksinim ve buna bağlı olarak da yatırım oranlarında bir düşüş yaşanır.

Klasik teoride para arzı ve para talebi fiyat seviyesini belirlemektedir. Paranın miktar teorisine göre para arzındaki değişmeler fiyat düzeyiyle doğru orantılıdır. Bunun nedeni paranın dolaşım hızının sabit olarak varsayılmasıdır. Keynes’in para konusunda klasiklere yaptığı ilk eleştiri paranın dolaşım hızının sabit olmadığı konusundadır ve para arzı artıkça paranın dolaşım hızı düşmektedir. İkinci önemli eleştirisi ise para talebinin amaçlarına ilişkindir. Keynes, paranın ihtiyat, mübadele ve spekülasyon amaçlı olarak talep edilebileceği ve klasik teorinin aksine para talebinin faiz oranlarından etkilenebileceğini belirtmektedir.

Bu yaklaşımda faiz oranı, para arzı ve para talebi tarafından belirlenmektedir. Para arzı devlet tarafından kontrol edildiğinden otonomdur. Paranın spekülasyon amaçlı talep edilmesinin sebebi, gelecekteki belirsizlikten sermayenin kar elde etmesinden kaynaklanmaktadır. Yatırımcıların gelecekle ilgili beklentilerindeki belirsizlikler ekonomik krizlere ve ekonomik daralmalara yol açmaktadır. Bu durumda ekonomik krizler, yatırımların gelecek de sağlayacağı kar oranının ne olacağına ilişkin bekleyişlerdeki değişmelerden kaynaklanmaktadır.

Ekonomide faiz oranlarını yatırım ve tasarruflar dengeye getirecektir. Keynes’e göre, faiz tasarrufun değil, likiditeden vazgeçmenin bedelidir. Faiz oranlarının düşmesi sermayenin marjinal etkinliğini artırarak, yatırımların artmasına neden olabilir. Ancak ekonomide faiz oranlarının düşebileceği belli bir nokta vardır ve bu noktadan sonra faiz oranları ne kadar düşerse düşsün yatırımlarda bir artış yaşanmayacaktır. Bu noktada, sermayenin marjinal etkinliği ile faiz arasındaki fark ortadan kalktığı için ekonomik krizlerin yaşandığı öne sürülmüştür. Bu durumda devletin ekonomiye müdahale ederek sermayenin marjinal verimliliğini artırması gerekmektedir. Keynes, spekülatif amaçlı para talebiyle faiz arasında ters ilişki olduğunu belirtmiş, bunu da likidite tercihi olarak tanımlamıştır. Likidite tercihini cari faiz oranlarıyla ve sermayenin marjinal etkinliğiyle ilişkilendirmektedir. Faiz oranı artarsa elde para tutmanın maliyeti yükseleceğinden kişiler tahvil gibi getirisi yüksek olan sermaye dışı yatırımlara yönelecekler ve para talebi düşecektir. Faiz oranı düşerse, kişilerin tahvillerden elde edecekleri getiri azalacağı için para talebinde artış meydana gelecektir. 

Keynes para politikasının efektif talebi canlandırmada maliye politikasına yardımcı bir araç olabileceğini belirtmiştir. Para politikası ile toplam talebin genişletilmesi, işsizliğin sona erdirilmesi ve reel gelirin yükseltilmesinin mümkün olmadığını belirtmiştir. Ekonomik krizden çıkış ve ekonominin tekrar canlanması için maliye politikasının, özellikle de kamu harcamalarının kullanılması gerektiğini savunmaktadır. Sonuç olarak Keynes, toplam talebi artıran kamu harcamalarını, krizin çözümünde ve tam istihdam dengesinin sağlanmasında en önemli araç olarak görmektedir.

7/29/2012

Neoklasik yaklaşımın temeli, gelirlerini kendi üretim faaliyetlerinden elde eden bireylerin, gelirlerini kendi istekleri doğrultusunda piyasada sunulan mal ve hizmetler arasında bölüştürmesine dayanmaktadır. Bireylerin belli bir amaç için yaptıkları harcamanın son biriminden elde ettikleri faydanın, başka bir amaç için yaptıkları harcamadan elde ettikleri faydaya eşit olması gerektiğini savunmuşlardır. Birey seçimini yaparken kendine maksimum fayda düzeyini sağlayacak en uygun bileşimi arayacaktır. Buradaki temel amaç, gelir düzeyi veri alınarak, fiyat mekanizması sayesinde, piyasanın bireylerin faaliyetlerini düzenleyen en iyi araç olduğunu göstermektir. Dolayısıyla neoklasik yaklaşım, klasik yaklaşımın kabul ettiği tam istihdam, tam rekabet, Say yasası ve piyasanın görünmez el tarafından dengeye geldiği varsayımlarını kabul etmektedir.

Bu yaklaşıma göre, piyasayı üretici ve tüketicilerin rasyonel davranışları ve kararları yönlendirecektir. Neoklasik iktisatçılardan Walras, ön kabul olarak tam rekabet koşulları altında işleyen piyasanın, tam bilgiye sahip ve piyasayı etkileyemeyecek kadar üretici ve tüketicinin bir araya gelerek toplam arz ve toplam talebi dengeleyen bir ekonomik sistem ortaya koyduğunu savunmaktadır. Bu sisteme göre, tüketiciler faydalarını, üreticiler ise kârlarını maksimum düzeye çıkarmayı amaçlarlar. Böylece toplam gelir toplam tüketime eşit olur ve toplam talebin toplam arza eşit olduğu pareto optimumu ortaya çıkar. Bu sistemde, denge fiyatında piyasa ekonomisinin normal olarak dengesizlik veya ekonomik kriz yaşamasının mümkün olmayacağı savunulmaktadır. Buradan, piyasaya hiçbir müdahalede bulunulmaması fikrinde olan neoklasik iktisatçıların bir bütünlük gösterdiği söylenebilir. Piyasaya yapılacak müdahalenin, piyasada arz ve talep dengesizliğine yol açacağı savunulmaktadı.

Wicksell, klasik yaklaşımın miktar teorisini geliştirerek para ve kredi mekanizmasının yarattığı dengesizlikleri incelemiştir. Wicksell, para arzının esnek olduğunu, faiz oranı ile fiyatlar genel seviyesi ve para arzı arasında fonksiyonel bir ilişki bulunduğunu savunmuştur. Bu durumda, para arzındaki değişimin faiz oranlarını etkileyerek fiyatlar genel seviyesini değiştireceğini ileri sürmektedir. Wicksell, faiz oranlarını piyasa ve doğal faiz olarak ikiye ayırmaktadır. Piyasa faiz oranı, bankalar tarafından verilen faiz oranı iken, doğal faiz oranı sermayenin kâr oranıdır. Piyasa faiz oranı doğal faiz oranının altında olursa, bu durum piyasada talep artışı yaşanmasına neden olur ve fiyatlar genel seviyesini yükselterek ekonomide enflasyonist bir süreci ortaya çıkarır. Piyasa faiz oranı doğal faiz oranının üzerinde belirlendiğinde ise fiyatlar genel seviyesinde düşüşler meydana gelir ve ekonomide deflasyonist bir süreç yaşanır. Wicksell’e göre, piyasada yatırımlar tasarruflara ve doğal faiz oranı piyasa faiz oranına eşit olduğunda ekonomi tam istihdam seviyesine ulaşacaktır.

Neoklasik yaklaşımın otomatik genel denge varsayımı altında ekonomik krizlerin mantıken olanaksız veya geçici olarak ele alındığı görülmektedir. Bu yaklaşımda uzun süreli meydana gelen ekonomik krizlerin, kapitalizmin işleyişinden bağımsız, sadece dışsal etkenlerden kaynaklanan tesadüfî bir olgu olduğu ileri sürülmüştür. İktisat tarihi açısından farklı yaklaşımlar olarak ele alınan klasik ve neoklasik görüşler, genel denge ve miktar teorisi açısından fazla bir farklılık göstermemektedir. Sonuç olarak, her iki yaklaşımda devlet müdahalesinin piyasanın işleyişini bozduğu savunulmaktadır. Müdahaleci olmayan neoklasik ve klasik yaklaşım, 1929 Dünya Ekonomik Krizi’ne kadar kabul görmüş, krizle birlikte önemini yitirmiş ve yerini Keynesyen yaklaşıma bırakmıştır.

7/21/2012

Ekonominin gelişimini, serbest piyasa ekonomisine dayalı Klasik Ekonomi yaklaşımı ve bunun devamı niteliğinde olan (Monetarizm, Arz Yönlü Ekonomi ve Yeni Klasik Ekonomi) yaklaşımlar, Marksist ekonomi yaklaşımı ve devletin piyasaya müdahalesine dayanan Keynesyen ekonomi ve onun devamında meydana gelen yaklaşımlar olarak ayırmak mümkündür. Ekonomik krizleri açıklamaya yönelik yaklaşımlar; krizlerin etkileri, nedenleri ve ekonomik krizlere getirilen çözüm önerileri açısından farklılık göstermektedir.

Ekonomik kriz kavramını açıklamaya yönelik çok sayıda teorik yaklaşım bulunmasına rağmen, kapitalist üretim tarzının yaygınlaşmasından günümüze kadar iktisadi düşünce tarihinde tartışmaların iki zıt temel görüş çerçevesinde şekillendiği söylenebilir. Bunlardan birincisi; kapitalist sistemin kendi iç dinamikleriyle dengeye ulaşmak gücüne sahip istikrarlı bir yapı olduğunu ileri sürerek, ekonomik krizleri sistem dışı etkenlerden kaynaklanan geçici bir dengesizlik olarak değerlendiren görüştür. Diğer yaklaşım ise, kapitalist üretim tarzının kendi içsel paradoksları bünyesinde barındıran, bundan dolayı ekonomik krizleri sistemin işleyişi açısından normal olarak değerlendiren yaklaşımdır.

18.yy. sonlarında ve 19.yy. başlarında liberalizm adı altında gelişen klasik iktisat akımı arz ağırlıklı bir akımdır. Klasik iktisadi düşünce bireye ve bireysel düşünceye önem vermiş, toplumda özgürlüğün asıl amaç ve bireyin asıl varlık olduğunu vurgulamış, "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ilkesini benimsemişlerdir. Bundan dolayı bireyin faaliyetlerini sınırlayıcı olarak gördükleri devlete çok az görev yüklemişlerdir. Bu düşüncede devlet ülke içerisinde, bireyin rolünü genişletici, devletin ekonomik rolünü azaltıcı bir araç olarak desteklenmiş; ülke dışında ise serbest ticareti ve uluslararası barışçıl ilişkiler kurulması yönünde devleti desteklemişlerdir.

Liberal okulun öncülüğünü yapan Adam Smith, doğal düzende “görünmez el” olarak tanımladığı mekanizmalar sayesinde bireyin, dolayısıyla toplumun refahını otomatik olarak sağlayan bir denge oluştuğunu ileri sürmüştür. Bireyin kişisel çıkar peşinde koştuğu ekonomilerde optimal işleyiş otomatik olarak görünmez el tarafından sağlanmaktadır. Bu görünmez el fiyat mekanizması ve piyasa ortamıdır. Devletin müdahale etmediği ekonomilerde arz ve talep kanunları ve bireysel çıkarlar üretimi en uygun biçimde gerçekleştirecektir. Bu nedenle ekonomik faaliyetler rekabet ortamında fiyat mekanizmasının işleyişine bırakılmalı ve devlet ekonomiye müdahale etmemelidir.

Bu yaklaşım, ekonomik kuralların her zaman ve her yerde geçerli olduğunu kabul etmiştir. Piyasada tam rekabet koşullarının geçerliliği, ücret, fiyat ve faizin esnekliği, fiyatların arzı ve talebi dengelemesi ve piyasada miktar teorisinin geçerliliğinin kabul edilmesi klasik yaklaşımın temel ekonomik ilkeleridir. Miktar teorisine göre, piyasa tam istihdam seviyesindeyken paranın dolanım hızı ve reel üretim düzeyi kısa dönemde artırılmadığından, para arzında meydana gelen bir genişleme fiyatlar genel seviyesini artıracaktır. Para arzını kontrol eden devlettir. Diğer yandan bireyler, ihtiyat ve işlem güdüsüyle, yani bireyler tüketim ve tasarruf için para talep ederler. Burada tasarrufların yatırımlara dönüşmesi denge faiz oranlarını belirler. Denge faiz oranlarında bir sapma olursa, oluşan tasarruf ve yatırım fazlası faizi tekrar dengeye getirecektir. Çünkü tam istihdam düzeyinde yatırımlar tasarruflara eşittir.

Adam Smith’in öncülüğünü yaptığı klasikler, temelini doğal düzenden alan ve dayanağını J.B. Say’ın Mahreçler Yasası’nın oluşturduğu “her arz kendi talebini yaratır” kuralını benimsemişlerdir. Burada üretim fazlasından oluşan bir ekonomik kriz söz konusu olamaz. Ekonomik süreçte kısmi bir tıkanma olsa bile, fiyat mekanizmasının varlığından dolayı, üretim ve tüketim arasındaki dengenin yeniden sağlanacağı görüşü hakimdir.

Klasik iktisadın genel dengeyi otomatik olarak sağlayan yaklaşımı ekonomik krizleri devre dışı bırakmaktadır. Başka bir ifadeyle dengeyi, doğal düzenin görünmez eli tarafından sağlanan doğal bir oluşum olarak kabul eden klasik yaklaşımın ekonomik krizleri geçici olarak algıladığı söylenebilir.
A call-to-action text Contact us