:::: MENU ::::

Daha çok ekonomi, az çok da üstüme vazife olmayan şeyler ...

6/10/2010

1980'lerde gerek büyük ülkelerin finansal piyasalarında gerek ise uluslararası çapta birçok önemli değişiklik gerçekleşti. Aşağıda bunların en belli başlıları görülüyor. Serbestleşme ve deregülasyon sonucu 1970'lerde geçerli bankacılıktaki devletin belirlediği faiz tavanları kalktı. Zaten o dönemdeki yüksek enflasyonla bunların sürdürülmesi pratikte çok zorlaşmıştı. Bankalar faiz maliyetlerinin yükselmesi sonucu eskisi gibi ucuz fon bulamazken büyük şirketler de giderek kendi mali ihtiyaçlarını menkul değer ihracıyla bankaları bypass ederek karşılamaya başladılar. Üstelik bu eğilim bankaların üçüncü dünya borçları ve benzeri faaliyetleriyle zayıf duruma düşmeleriyle daha da arttı. Büyük ve çokuluslu şirketler aynı zamanda paralarını düşük faizlerle bankalarda tutmak yerine kendi finansal bölümlerini adeta bir banker­lik kuruluşu gibi işleterek para ve sermaye piyasalarında çalıştırmaya başladılar.

Kolay ve ucuz nakit bulma olanağını ve kaliteli müşterilerini bir ölçüde kaybe­den bankalar zaten biraz da bu yüzden üçüncü dünya borçlarına fazlaca girmişlerdi. Bankaların girdiği bir diğer maceracı iş alanı 'borç vasıtasıyla şirket ele geçirmeleri' diyebileceğimiz, LBO’lardı (leveraged buyouts). Bu gelişmeler dünya çapında birincil piyasayı yani menkul değer ihraçları piyasasını hızla geliştirdi. Bankacılık sektörü içinde yatırım bankacılığının önemini arttı.

Aynı anda ticari bankalar da faaliyetlerini de özellikle ATM ve kredi kartı sistemlerinin bulunması veya geliştirilmesiyle bireysel bankacılığa yöneldi. Bu dönemde bankalar para piyasası fonları ve benzeri yeni kuruluşlara kaptırdıkları mevduat müşterilerini böyle elde tutmaya çalıştılar. Eski rahat maliyet dönemine dayanan aşırı kalabalık ve çok yaygın şube maliyetlerinden de böylelikle tasarruf etmeye çalıştılar.

1970'lerden beri eurodolar vb piyasalarının devletlerin denetiminden kaçmaya başlaması sonucu gelişen offshore bankacılık yöntemleri bankacılığın dışında bü­tün para ve sermaye piyasalarına da yayılacak şekilde 1980 ve 90'larda üssel bir biçimde büyümeye başladı. Bankaların bireysel bankacılık tekniklerine yönelmesi bireysel borçlanmanın miktarını artırırken bankaların varlıklarında araba, ev, sair tüketici kredilerinin payı arttı.
Aynı dönemde borsalarda türev ürünler ve türevlerin türevleri diyebileceğimiz yapılandırılmış ürünlerin örnekleri görülmeye başladı. Türev borsa veya OTC’lerinde o zamana kadar görülmedik ölçüde kaldıraçlı (aşırı derecede krediye dayanan) iş­lemler yapılması mümkün oldu. Diğer yandan türev piyasaların gelişmesi, bu piyasaların dünyada bir diğer deregülasyon sonucu gelişen döviz borsalarıyla iç içe girerek süper hızlı diyebileceğimiz bir büyüme süreci içine girmesi bu piyasaların o güne kadar görülmemiş derecede likit bir ortama kavuşmasına olanak verdi. Ne kadar büyük olursa olsun herhangi bir alım veya satım işlemi dünya ölçeğinde işlem gören bu piyasalarda cari fiyattan neredeyse anında işlem görebiliyordu. Türev piyasaların çıkması, finansal yenilikler denen bir dizi yeni 'yatırım' aracı veya tekniğini mümkün kıldı. Bu 'ürün' çeşitliliği piyasaları daha da büyüttü.

Eskiden bankalar verdikleri krediler karşılığı aldıkları senetleri mecbur kaldıklarında merkez bankalarına rehin verir veya kırdırır öyle nakit dengesizliklerini düzeltirler veya ABD gibi ülkelerde açık piyasa işlemlerinde yine FED'e daha önce aldıkları devlet tahvillerini satarak nakit elde ederlerdi. Bankalararası piyasalarda birbirlerine borç verme uygulamaları vardı ama yetersizdi. Sonraları hem ülke çapında hem uluslararası çapta bankalararası piyasalar gelişti bankaların birbirine büyük çaplı kredi 'line'ları oluştu. Bankalar daha az nakit rezerv tutabilir hale geldiler. Yasal as­gari sermaye düzenlemelerinin sürekli gelişmesine karşın bankaların verdikleri kredi­lere (varlıklarına) göre asgari sermaye oranları yıllar içinde sürekli düşebildi. Böylece daha az sermaye kullanarak daha fazla kredi verebildiler. Sermayelerinin dönüş hızı arttı.

Bankaların bilançolarında atıl bulunan borç varlıkları (verdikleri krediler) özellikle bireysel bankacılık yüzünden ciddi bir problem oluşturuyordu. Bunlar merkez bankaları tarafından da ticari senetler kadar kolay işlem göremeyeceği gibi ev ve araba ipoteği gibi karşılıklar, likit hale getirilmesi zor karşılıklardı. Öte yandan menkul de­ğerler piyasasında türev ürünler vasıtasıyla oluşan yenilikler borçların menkulleşti­rilmesini mümkün kılıyordu. Böylece örneğin hisse senedi türünden bir menkulün gelecekte teslimine ilişkin bir anlaşmanın yapılmasıyla türevinin oluşturulması gibi örneğin bir tahvili teminat gösteren ve getirisini o tahvilin getirisinden oluşturan bir başka menkul 'inşa' etmek mümkün olmuştu. Bankalardaki atıl kaynakları likit hale getirerek sermaye dönüş hızını artırma isteği menkul değer piyasalarındaki bu yeni menkulleştirme tekniğiyle birleşerek varlığa dayalı menkul değerlerin (VDMK veya ABS) oluşmasına yol açtı.

İşte bu yöntemle ticari bankalar ellerindeki büyük miktarda ipotek veya rehinle­ri, ödeme vaatlerini menkulleştirerek bilançolarından çıkarma olanağı elde ederken yatırım bankaları da bu yeni tür menkul değerlerin ihracına aracılık ederek 1960’ların ve 1980’lerin birleşme ve ele geçirmeleri aracılığından sonra özellikle 2000’lerin ba­şından itibaren üçüncü büyük atılımlarını gerçekleştirdiler.

Bu dönemde gözden kaçan bir başka özellik de 2000’li yıllarda birleşme ve ele geçirmelerde, 1980’lerin 'merger mania'sından sonra ikinci büyük dalganın yaşanmakta oluşuydu. Hem menkulleştirme hem de sermayenin yeni birleşme ve yoğunlaşma dalgası bunların beraberinde getirdiği yeni halka arzlar (IPO initial public offerings) vasıtasıyla birincil pazara çıkan yeni menkul değerler yatırım bankacılığı­nın belki de tarihlerinin en iyi dönemini yaşamasına neden oldu.

Bütün bu piyasaların küreselleşmesi, aşırı kaldıraçlı çalışabilme yeteneğindeki artış başlı başına büyük bir likidite artışı anlamına geliyordu. Bu tür kaldıracın eskisi gibi kısa sürede çökmemesinin garantisi ise özellikle Uzak Doğu ülkelerindeki hızlı büyüme idi. Asya ülkelerindeki büyümenin iki etkisi vardı. Birinci etki arz yönündeydi. Çin, Hindistan gibi ülkelerdeki her türlü ölçünün dışındaki ucuz ama nispeten iyi eğitimli işgücü çok uluslu şirketleri de cezbederek son derece ucuza mal üretimine olanak sağlıyordu. Bunun 1980'lerden özellikle 90'lardan sonra enflasyonun düşmesine katkısı uygulandıkları her seferinde ülkeyi, hatta dünyayı bir durgunluğa sürükleyen parasalcı reçetelerden çok daha etkiliydi. Böylece buralarda büyüme ile artan sermaye birikimi ve ihracatla biriken döviz rezervleri bir zamanlar 70'lerde Japon büyü­mesinin ABD ve AT para piyasalarına likidite olarak akması gibi 90'larda başta ABD olmak üzere pek çok ülkenin cari açıklarını finanse etmeye yaradı. Bu finansmanlar menkul değer ihraçlarıyla yapıldığından dünya çapında borçların menkul değerle karşılanma oranı arttı. Yukarıda belirttiğimiz borsaların aşırı kaldıraçla çalışması her çöküş arifesinde yeni paranın gelmesini söz konusu Asya likiditesiyle mümkün kıldı­ğında kaldıraç sisteminin yıkılmasını erteliyordu.

Aynı zamanda geçmişte büyük döviz krizleri yaşamış veya büyük ihracatçı pek çok ülke (örneğin BRIC denilen Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) herhangi bir kriz olasılığına karşı yüksek miktarda döviz rezervi tutuyordu. Döviz rezervi demek ABD ve Euro Bölgesi para birimleri ve tahvillerine yeni talep demekti. Özellikle rezervlerin hala büyük bölümünün ABD Doları üstünden olması ABD'nin yüksek cari ve bütçe açıkları verse bile bir çöküş yaşamaması anlamına geliyordu. Bu para sonunda bir şekilde Amerikan halkının gelirlerini artırıyor, borçlanma miktarını da bunla paralel artırabiliyor; sonunda bu likidite dönüp dolaşıp ABD ve AB’de bankacılık sistemine akıyor o da yukarıda bahsettiğimiz mekanizmayı besliyor çöküşünü önlüyordu.
Benzer bir başka mekanizma da Asya büyümesinin artan petrol ve hammadde talebi vasıtasıyla bu emtianın fiyatını arttırdı. Petrodolar fonları 1970'lerden beri ilk kez yeniden yükselmeye başladı ve bu para da sonunda gelişmiş piyasalardaki veya gelişmekte olan piyasalardaki (emerging markets) likidite bolluğuna katkıda bulundu. Diğer emtia fiyatları da nispeten yükselince ihracatlarında bunların önemli rol oynadığı kimi Asya, Latin Amerika ve Afrika azgelişmiş ülkelerinin dış fon ihtiyacı da azaldı. Fakat dünya çapında artan likiditenin 'sağlam para' endişelerini yavaşça artırması bir süre sonra emtia fiyatlarının genel trendiyle de birleşince altın gibi kıymetli madenlerin fiyatlarını da yükseltti. Hem petrol hem de altın türev piyasalarının sağ­ladığı olanaklarla büyük çapta bir spekülasyonun konusu oldu ve bunların fiyatları normal talep artışının gerektirdiği düzeylerin çok üstüne çıktı.

Bütün bu sistemin sürmesi aynı genişleme miktar olarak artıp aynı fiyatlarla yürüse belki sonsuza kadar mümkünken likidite bolluğunun varlığı, piyasaların mantığı açısından hisse senetlerinin, tahvillerin, ev fiyatlarının, yani her tür varlığın fiyatları­nın sürekli şişmesini gerektiriyordu. Yükselen fiyatlar bu fiyatları besleyecek daha fazla likidite ihtiyacı doğuruyordu. Öyle bir an geldi ki bütün dünya sistemi artık bir cins Ponzi planı gibi işlemeye başladı. Yinede saydığımız gelişmeler sonucu ABD ve AB ülkeleri böylelikle büyük devlet harcamalarını özel kesimi dışlayarak ve sonunda özel kesim karlarının düşmesine yol açarak yapmak zorunda kalmadılar. Böylece yaklaşık 20 sene süren düşük enflasyon ve hızlı büyüme, artan refah dönemi ya­şandı. Bu refah dünyada elbette eşitsiz dağıldı. Ama hemen hemen her ülke ama az ama çok bundan faydalandı.

5/08/2010

Asya'da 1987'den başlayarak ortaya çıkan finansal krizin çeşitli nedenleri vardır. Kriz sonrasında yapılan
değerlendirmeler finansal krize giren ülkelerde yeteri kadar ciddi bir mali sektör gözetim ve denetim mekanizmasının bulunmadığını, mali sektöre ilişkin erken uyarı me­kanizmalarının işlemesini engelleyecek eksiklikler olduğunu, mali sektöre ilişkin kuralların ciddi olarak uygulanmadığını, mali sektö­rün gereği kadar şeffaf olmadığını ortaya koymuş bulunmaktadır.

Kore, Tayland ve Endonezya kendi paralarını asıl olarak ticari ve mali ilişkide bulundukları Japon Yeni yerine dolara peg etmiş­lerdir. Kore 1996'da peg uygulamasını kaldırdıysa da finansal so­runların birikmesini engelleyememiştir. Dış denge bozulmaları so­nucunda Asya ülkelerinde 1995'ten itibaren dış ticaret açıklan ve cari açıklar büyümeye yönelmiştir.

Asya ülkelerinin özel kesim kuruluşlarının ve bankalarının kısa vadeli dış borçlarında büyük artışlar ortaya çıkmıştır. Asya ülkelerinde kısa vadeli borçlarla uzun vadede getiri sağla­yacak yatırımlar finanse edilmiştir. Borç verenler bu yaklaşımın bir vade uyumsuzluğu (mismatching) yaratacağını ve riski büyüttüğü­nü ihmal etmişlerdir. Başlangıçta kârlı alanlara kanalize olan ya­bancı sermaye, bu alanlar daraldıkça daha az kârlı alanlara giderek riskin büyümesine neden olmuştur. 

Bölge ülkelerinin izledikleri politikalar, bunların birbirleriyle ve Japonya'yla olan yakın ilişkileri bütün bu ülkelerin yabancı ya­tırımcılar tarafından aynı pota içinde kabul edilmesine yol açmış­tır. Dolayısıyla yabancı yatırımcılar, aynı bölgede yer alan ve eko­nomik gücü, piyasa kuralları daha zayıf olan ülkelere portföy yatırımları ve doğrudan yatırımlarda aceleci davranışlar içine girip ris­kin büyümesine neden olmuşlardır. 

Genellikle bir piyasaya giriş ve çıkışlar yatırımcılar açısından sürü güdüsü çerçevesinde gerçekleşir. Girişteki sürü güdüsü etkisi daha yavaş, çıkıştaki etki ise çok daha hızlı olur. Asya ülkeleri açı­sından da böyle olmuştur. Bölgesel etkiyle birleşen sürü güdüsü, portföy yatırımcılar mı, bu ülkeleri aynı anda hızla terk etmeye yö­neltmiş, bu da krizin boyutunu büyütmüştür. Yabancı yatırımcıların bu şekildeki eksik inceleme ve değerlen­dirmeleri ve para kazanmadaki aceleciliği sonuçta önemli ölçüler­de para kaybetmelerine yol açmıştır.

Rusya'nın durumu aslında Asya ülkelerinden tümüyle farklıy­dı. Rusya'da Asya ülkelerindeki bütün olumsuzlukların var olduğu bilinen bir gerçekti. Dolayısıyla kriz sonrasında ortaya çıkmış olan hiçbir gelişme aslında bir sürpriz oluşturmamaktadır. Rusya'nın kriz ortamına girmesinin ardındaki temel neden IMF'nin kaynak yetersizliği içine girmesi sonucu Rusya'ya olan desteğini askıya al­mış olmasıdır. IMF bu kararını açıkladığı anda Rusya krize girmiş oldu. Zira Rusya'ya giden herkes, parasal yatırımlarının günün bi­rinde IMF tarafından kurtarılacağını düşünerek gitmiştir. Aksi an­laşılınca herkes bu piyasadan kaçmaya yönelmiştir. 

Krizin büyümesiyle birlikte IMF eleştirilerinin dozu da yüksel­meye başlamıştır. Bu eleştirilerin bir bölümü doğrudur. IMF'nin, ülkelere yaptığı önerilerin yanlışlığından çok yatırımcıların yanıl­masında oynadığı dolaylı rolün eleştirilmesinin daha haklı bir yak­laşım olduğu kanısındayız. Çünkü IMF'nin önerileri zorlayıcı de­ğildir. Buna karşılık IMF'nin, önerilerini uygulamayan ülkeleri bütün dünyaya çok daha etkin yollarla ilan etmesi gerekirdi. Nitekim sonraları bu yolda yeni düzenlemeler yapılmıştır. 

Asya ve Rusya krizlerinin Türkiye'ye etkisi sonradan ve dolay­lı yoldan oldu. Yeni yükselen pazarlarda (emerging markets) yaşa­nan ve önce bölgesel olarak algılanan bu kriz, bir süre sonra bütün yeni yükselen pazarlar için ortak bir kriz olarak görülmeye başlandı. Bunun sonucu yabancı yatırımcılar, paralarını alıp ülkelerine dön­düler. Başlangıçta bu krizlerden çok fazla etkilenmeyen Türkiye'nin, bu aşamada uluslararası sermaye piyasalarından borç alması gide­rek bir sorun haline gelmeye ve ödemeler dengesini olumsuz olarak etkilemeye başladı. Türkiye 2000 yılına bu sıkıntıları bünyesinde ta­şıyarak bir başka deyişle kriz virüsünü almış olarak girdi.

4/14/2010

Hem 1929’da hem de 2008’de bir kredi patlaması, aşırı harcama ve talep artışı söz konusudur. 2008’de
de emlak piyasası oldukça ısınmış ve balon oluşmaya başlamıştır. FED her iki kriz öncesi de faizleri düşük tutarak balona izin vermiştir. 

Bir diğer ortak nokta her iki krizin de temelinde bankacılıktaki yapısal kusurların olmasıdır. 1929 krizinde önce finans sistemine güvensizlik doğmuştur. Sistemin en zayıf noktası pazarın yüzde 39,6’sını oluşturan küçük bankalardır. İngiltere, Kanada ve Fransa’da Amerika’ya göre daha büyük bankalar olduğundan böyle sıkıntılar yaşanmamıştır. 1933 sonunda iflaslar ve birleşmeler sayesinde mevcut banka sayısı yarıya inmiştir. 2008 krizine damgasını vuran ise “gölge bankacılık” tabiriyle anılan, banka olmamalarına rağmen benzer araçlar kullanabilen aracı kurumlardır. Kısa vadede borçlanıp uzun vadede kredi sağlayan bu kuruluşlarda yaşanan ilk iflaslar, güven sorunu yaratmıştır. Ardından bu kuruluşlarda toksik varlık olduğu endişesi, birçoğunu iflasa veya büyük bankalarla birleşmeye itmiştir. 

Finans kökenli başlayan her iki kriz de reel sektörde ciddi etkiler yaratmıştır. Bu etkileri açıklayan iki farklı görüş mevcuttur. Birincisi, belirsizlik hipotezidir. Buna göre finansal sektördeki dalgalanmalar, dayanıklı tüketime olan talebin ertelenmesine yol açmaktadır. 1929 ve 2008 krizinde otomotiv satışlarını düşmesi ve sektörün sıkıntıları bu şekilde açıklanmaktadır. Daha fazla rağbet gören ikinci açıklama ise artan kredi aracılık maliyetleridir. Bu maliyetler kredi arzının kısılıp yatırımların azalmasına yol açmıştır. Banka paniklerinde gözlemleme masrafları artar, risk algılaması yükselir ve kredi arzı kısılır. Bunun iki sonucu, daha maliyetli krediler ve risk algısından doğan kredi alamama olasılığının yükselmesidir. Her iki krizde de benzer durumlar görülmüştür.

1929 ve 2008 Ekonomik Krizleri Arasındaki Farklılıklar

Farklılıklar açısından ilk göze çarpan 2008’de 1929’a nazaran para arzını arttırma konusunda çok daha hızlı karar alınmasıdır. Krizle birlikte FED, saklama kuruluşlarının gecelik faize ve ceza oranına bağlı borçlanmasını 30 güne (Ağustos, 2007) ardından da 90 güne (Mart, 2008) çıkarmıştır. Sonrasında bu kuruluşlara likidite kaynağı olarak “Term Auction Facility” (TAF) kurumunu oluşturmuştur. Bear Stearns’ın iflası, yardımın kapsamını genişletmiş ve “Primary Dealer Credit Facility”i (PDCF) inşa edilmiştir. Bu kurum, önemli oyuncuların gecelik borçlanmaya yapmalarına olanak vermiştir. Ayrıca likidite sağlamak için “Term Securities Lending Facility”(TSLF) kurulmuştur. 2008 Eylül’ünde Lehman Brothers’ın çöküşü “Asset-Backed Commercial Paper Money Market Mutual Fund Liquidity Facility” (AMLF) oluşmasına yol açmıştır. AMLF sayesinde bankalar, para piyasası fonundan ticari kağıt alarak borçlanabilmektedir. Bunlara ek olarak Ekim 2008’de yatırımcılara likidite sağlamak için kurulan “Money Market Investor Funding Facility” (MMIFF) ve “Commercial Paper Funding Facility” (CPFF), Kasım 2008’de küçük işletmelere ipotek teminatlı menkul kıymetler aktarmak için oluşturulan “Term Asset Backed Secırities Loan Facility” (TAFL) FED’in müdahaleleri arasında yer almıştır.

İkinci temel fark, 1929 krizindeki korumacılık politikalarıdır. Gerek işsizliği önlemek gerekse yerel ekonomiyi savunmak için 1929’da devletler böyle bir yol izlemiştir. Ancak 2008 krizinde böyle tarifeler söz konusu değildir.

Sonuç olarak derinlikleri ve kapsamları itibariyle bu iki kriz karşılaştırılmış ve özellikleri incelenmiştir. Bu inceleme, çalışmanın konusu olan 2008 krizini açıklamada yardımcı olacaktır. 2007 yılı Ocak ayı ile 2008 Ekim’i arasında ABD ve AB kökenli yüksek riskli konut kredilerinden zararı 586 milyar dolar, bu tarih itibariyle krizin toplam hasarı ise 3.5 trilyon doların üstündedir. Birçok araştırmacı, bu bilançonun nedenlerini aydınlatmaya çalışmıştır. 

4/12/2010

Kronolojik gelişimi 1929 krizinden başlatmak en doğru seçenektir. Çünkü, 2008 krizi için gerekli ortamı hazırladığı iddia edilen 1933 yılındaki Glass Steagal Sözleşmesinin kaldırılması, bu krizin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tıpkı din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gibi Glass-Steagal anlaşması da ticari bankacılıkla yatırım bankacılığını birbirinden ayırmaktadır. Bunun ardından 1938’de daha sonra Fannie Mae adını olacak Federal National Mortgage Association (Federal Milli İpotek Kurumu) Amerikan hükümeti tarafından kurulmuştur. Amacı, ipotekleri alıp birer menkul değer olarak satmaktır. 1968’de kongre kararıyla kamudan bağımsız bir Kamusal Kefalet Teşebbüsü’ne dönüştürülmüştür. 

1970 yılında ikincil ipotek piyasasına destek vermesi amacıyla oluşturulan Freddie Mac’in de görevi, ipotekli kredileri ikincil piyasada satın alıp bir havuzda toplamak ve bu havuzu İpoteğe Dayalı Menkul Kıymet olarak yatırımcının erişimine sunmaktır. Bu iki kurum, pazardaki diğer oyunculardan farklı olarak Hazine’den doğrudan kredi alabilme yetkisine sahiptir ayrıca devlet ve gelir vergisi ile banka düzenlemelerinden muaftır. Her ne kadar devletten aksi yönde açıklamalar gelse de, bu kurumların ihraç ettiği menkul değerlerin devlet garantisinde olduğuna dair yanlış bir algı mevcuttur. Böylece 1970’lerde ipotekleri menkulleştirmeye başlayan Fannie Mae ve Freddie Mac, 1990’ların ortasında pazarın en büyük oyuncuları haline gelmişlerdir. Mart 2010 itibariyle sadece son 18 ayda Fannie Mae ve Freddie Mac’in kurtarılması, ABD’ye aylık 6 milyar dolara mal olmuştur. 

Diğer yandan ABD devleti, 1974 yılında finansal kurumların kredi verirken din, dil ve ırk ayrımı yapmamaları için Eşit Kredi Fırsatı Kanunu (Equal Credit Opportunity Act) kabul edilmiştir ve daha fazla kredi kullanılmasını teşvik edilmiştir. Bunun yanı sıra araştırmacıların krizle ilgili en çok eleştirdiği kanunlardan Toplumsal Yeniden Yatırım Yasası (Community Reinvestment Act) 1977 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu yasanın amacı, finans kuruluşlarının düşük gelirli gruptan gelen kredi taleplerini sağlıklı biçimde değerlendirip uygun biçimde karşılamasına teşvik etmektir. Bunu beş yıl sonra, eyaletler arası farklı uygulamalara son veren Alternatif İpotekli Kredi Parite Yasası (Alternative Mortgage Transactions Parity Act) izlemiştir. Bu yasa sayesinde değişken oranlı ipotek kredileri, balon ödemeler ve negatif amortisman lar ortak standartlara oturtulmuştur. Arkasından 1986’da eve yatırım yapan vatandaşlara vergi avantajı getirilmiştir aynı durum taşıt kredisi alanlara uygulanmamıştır. 1995 yılında Toplumsal Yeniden Yatırım Yasası’nda bir takım değişiklikler yapılmıştır.
  
Bu değişiklikler, bankaların kredi vermelerindeki başarılarından çok değerlendirme ve kredi tahsisi konularına odaklanmıştır. Bu noktada bankaları, borç verme, yatırım ve hizmet testlerine tabi tutmuştur. Bu uygulamanın krizle bağı şöyle açıklanmaktadır: 1995 yılında 1977 tarihli yasanın kapsamı genişletilmiştir. Kimi eleştirmenler bunu, kredilendirme standartlarının oldukça esnetilmesi ve yüksek riskli ipotekli kredilerin verilmesi için yol yapılması olarak değerlendirmektedir.

2008 Krizinin Kronolojisi

Araştırmacılar 2000 yılında patlak veren Nokta-Com krizini, 1995’te başlatılan gevşek para politikasına dayandırmaktadır ve bu gevşek para politikası, 2008 krizindeki likidite şişmesine de sebep olmuştur. FED, kırılganlık ve belirsizlik olduğu dönemlerde faiz oranlarını değiştirmektedir. 1998’de makro hedge fonlardan biri olan Long Term Capital Management’ın 3,75 milyar dolarlık iflasıyla faizleri düşürmüştür. 1997 yılında ikinci konut alanlara vergi teşviği yasasına göre gayrimenkul gelirleri vergiden muaf hale gelmiştir. Bu dönemde ipotek kredili konut finansmanı başvurularının yüzde 71’i kabul edilmiştir.

1999 yılı iki önemli gelişmeye sahne olmuştur: Eylül ayında Fannie Mae, peşinatları düşürmek gibi kolaylıklar sağlayarak kredi alma koşullarını esnetmiştir. Bu pilot programa 24 bankayla başlayan Fannie Mae’nin çalışmaları sayesinde ipotekli konut kredisi alan Afrika kökenli Amerikalılarda yüzde 71,9, Asya kökenli Amerikalılarda yüzde 46,3 ve Hispanik olmayan beyaz Amerikalılarda yüzde 31,2 oranında bir artışa neden olmuştur. Aynı senenin Kasım ayında ise daha sonra çok tartışılacak olan Gramm-Leach-Bliley Yasası veya diğer adıyla Finansal Modernizasyon yasası çıkmıştır. Bu yasa sayesinde bankaların faaliyet alanları çeşitlendirilmiş ve genişletilmiştir.

FED, bu dönemde gevşek bir para politikası izlemiş ve 2000 Mayıs’ında yüzde 6,5 olan faizler, 2001 Aralık ayında yüzde 1,75’i bulmuştur. 18 aylık bu seri işlemleri takiben yüksek riskli ipotekli konutlara olan talep artmıştır, nitekim 1994 yılında 40 milyar ABD doları olan piyasa hacmi, 2000 yılında dört katına çıkmıştır. George W. Bush, 2010’a kadar en az 5,5 milyon ailenin ev sahibi olacağını söylemiştir. 1997’de yüzde 71 olan kredi alma oranı yüzde 86’ya çıkmıştır. 2003 Haziran’ında faiz oranları son 45 yılın en düşük seviyesine, yüzde 1’e gerilemiştir. 2004 yılına gelindiğinde ev sahipliği oranı yüzde 69’u bulmuştur. Aynı yılın Ekim ayında krizin her aşamasında ismi duyulacak beş firma; Goldman Sachs, Merill Lynch, Lehman Brothers, Bear Stearns ve Morgan Stanley’nin sermaye yeterlilik oranları FED tarafından aşağı çekilmiştir. Krizi pratik olarak tetikleyen nokta, 2005 yılında  Tasarruf Kuruluşlarını  Denetleme  Bürosu’nun  kredilendirme  koşullarını kısıtlandırması olmuştur. Böylece küçük bankalar toplumsal yeniden yatırım yetkilerini kaybetmiştir çünkü bu işlemler için 1 milyar dolarlık aktife sahip olma sınırlaması getirilmiştir. Kredi sayısının azalmasını 2005’in dördüncü çeyreğinde ve 2006’nın birinci çeyreğinde ev fiyatlarının yüzde 33 azalması izlemiştir. İlk iflas, 2006’da Merit Financial Inc. ile gerçekleştirmiştir, önce 410 çalışanının 80 tanesini işten çıkaran şirket sonra pazar payının yüzde 40’ını kaybetmeye dayanamamıştır. 2007 yılına gelindiğinde ev satışlarında 1989 yılından beri yaşanan en sert düşüş yaşanmaktadır ve kriz bu yıl derinleşmeye başlamıştır. 

4/04/2010


O zamanki adıyla B.Almanya ya da Alman Federal Cumhuriyeti, Doğu Almanya ile birleşmişti. 
Bundesbank, zaten enflasyon konusunda bütün Avrupa’nın en 'ta­kıntılı' merkez bankası sayılıyordu. Almanya 1920’lerdeki hiper-enflasyonu ve o za­manki Reichmark’ın yıkılışını hiç unutmamıştı. Bu birleşmenin gerektiği yüksek devlet harcamalarının yüksek enflasyona yol açmaması için faiz oranlarıni yüksek seviyelere çıkarmıştı. Halbuki o sırada ortak bir euro para birimi yoktu. EMS denilen ve üye ülkelerin paralarının birbirine göre oldukça dar bantlarda dalgalanabilmelerine olanak veren bir para sistemi uygulanıyordu. Bu sistem ise ülkelerdeki faiz oranlarının de belli bir uyum içinde olmasını gerektiriyordu. Bu sistem 1979’da başlamıştı, amaç bu dalgalanma aralığını zaman içinde iyice daraltıp sonunda euro’ya yani tek para birimine geçmekti. Başlangıçta elbette sorunlar çıkmış pek çok ayarlamalar (realignments) gerekmişti. Fakat 1987’den sonra sadece iki ufak ayarlama gerekmişti. Her şey yolunda gözüküyordu ve euro’ya geçmek için bantları yeniden daraltmanın zamanının geldiği konuşuluyordu. Tam bu sırada fırtına koptu.

Almanya’nın yüksek faiz oranları ve dolayısıyla diğer ülkelerle arasındaki pozitif faiz farkının mevcut bantların içine sığan bir döviz kuru sistemini sürdürmeye el vermeyeceği açıktı. Öte yandan diğer Avrupa ülkeleri işsizlik problemiyle uğraşıyordu ve faiz oranlarını artırmak da işlerine gelmiyordu. Onların faiz arttırmaktaki tereddütleri uluslararası spekülatörlerin bu ülkelerde devalüasyon beklentisine girmesine neden oldu. 8 Eylül 1992'de bir devalüasyonun geleceği üzerine yapılan ilk büyük spekülatif atak başladı. Daha üç gün önce AB maliye bakanları İngiltere’de toplanıp mevcut paritelerin devam ettirileceğini ilan etmişlerdi. Hedef özenle seçilmişti: İskandinav ülkelerinin para birimleri. Çünkü bu ülke para birimleri sadece EMS para sisteminin kısıtlamalarına tabi olmakla kalmayıp aynı zamanda Alman DM’ına karşı da çapalanmışlardı (pegged).

Finlandiya merkez bankası belki de akıllıca bir karar verdi ve direnmekten he­men vazgeçti. İsveç diğer yolu seçti. Faiz oranlarını %24 artıran İsveç, o noktada da tutunamadı.

İkinci atak Eylül 10-11 günlerinde İtalyan Lirası’nı hedef aldı. İtalyan Lirası 13 Eylül’de DM karşısında %7 devalüe edildi. Üçüncü ve asıl spekülatif saldırı 16-17 Eylül’de başladı. Bu kez hedef hem İngiliz Pound’u hem de İtalyan Lirası’ydı. Bu iki ülke direndilerse de sonraki haftalarda iki para birimi de DM karşısında %15 civarın-da değer kaybetmekten kurtulamadı.

Spekülatif saldırı yüzünü yeniden kurunu korumaya çalışan İsveç’e döndü. Koruma çabası faiz oranlarının gecelik %500’e çıkmasına yol açtı. İrlanda da aynı yolu seçti ve faizleri %300’e çıktı. İspanya EMS içinde kalmayı sürdürdü ama Peseta’yı %5 devalüe etti.

20 Eylül’de Fransa’daki referandum’da Maastricht Anlaşması az farkla da olsa onaylandı. Tek para birimine geçiş takvimini de düzenleyen bu anlaşmanın reddi krizin kötüleşmesine neden olabilirdi. Az farkla da olsa kabul oyu spekülasyonun hızını biraz kesti. Ancak Frank’a karşı yürütülen spekülasyon 23-28 Eylül arası da devam etti. Buna rağmen Banque de France kısa vadeli faiz oranlarını %2,5 artırdı. İspanya sermaye akımlarına kontroller uygulamaya başladı.

Eylül ayının sonu gibi kriz, yani akut bunalım bitti. İki ülke EMS sisteminin dışı­na çıkmış, pound ve İtalyan Lirası dalgalanmaya bırakılmış; İspanya ancak devalüasyon pahasına sistemde kalabilmiş; diğer ülkelerin çoğu paritelerini korumuş ancak çok yüksek faiz oranlarına katlanmak zorunda kalmıştı ( Blanchard, 2000: 408). Biten aslında sadece krizin 1. dalgasıydı. Çünkü hala Almanya’nın yüksek faiz oranları sorunu olduğu yerde duruyordu. Kasım 1992’de 2. spekülatif dalga başladı. Bu kez başlıca hedefleri İspanyol Pesetası, Portekiz Escudosu ve İsveç Kronuydu. Mayıs 1993’te Peseta ve Escudo yeniden devalüe edildi. Temmuz 1993’te 3. spekülatif dalga başlayınca, EMS'nin kuralları değiştirildi; tek para birimine giden takvimde bir geri adım atıldı ve EMS’nin bantları +/- %15 seviyesine kadar genişletildi. Bunun üzerine spekülatif atakların sonu geldi ve bu geniş bantlı EMS Ocak 1999’da tek para birimi euronun kullanıma girmesine kadar yürürlükte kaldı (Blanchard, 2000: 409).

Bu krizin zararları o zaman sanıldığı gibi sadece AB ülkeleri için olmadı. Bu operasyonlar sonucu büyük para kazanan spekülatörler aynı yöntemleri daha sonra Asya ülkelerinde deneyeceklerdi. Böylece usulünce halledilememiş bir krizin daima bir başka krize yol açacağı dersi kendini bir kez daha öğretecekti. Yine bu yaşanan olaylar krizin bir hastalık gibi, benzer olduğu düşünülen bünyeler (ülkeler) arasında ne kadar hızlı yayılabildiği konusunda da iyi bir dersti. Ancak gerek bu kriz ve gerek ise sonraki Asya krizi bu tür yayılmaların sadece benzer ülkeler arasında ve sadece döviz piyasaları gibi yüksek volatiliteye sahip piyasalarda mümkün olduğu izlemini yaratarak yanıltıcı oldu.

1987 Krizi borsalarda yaşanmıştı ancak 1992-93 Krizi sonraki 1997 Asya ve 1988 Rusya Krizleri gibi döviz kurları üzerinde yaşandı. 2007/8 Krizi’nde döviz kurla­rında büyük çaplı bir sıkıntı yaşanmadı. Çünkü hemen bütün ülkeler esnek döviz kurlarına geçmişti ve spekülatörlerin yıkmak için saldıracakları sabit duvarlar yoktu. Buna karşılık 2007/8 krizinde hükümetler döviz kurlarıyla değil ama devlet borçlarıyla sorun yaşadılar.

3/17/2010

Bunlar 1994 Türkiye-Meksika krizleri, 1997-98 Asya-Rusya Krizleri ve 2001 Türkiye-Arjantin krizleridir.
90’lı yıllardaki bu krizler hep birlikte ele alındığında krizle­rin artık ancak gelişmekte olan ülkelerde (GÜO) yaşanabileceği ve gelişmiş ülkeler-de krizlerin olamayacağı yanlış kanısını güçlendirmiş ve bir anlamda 2008’e hazırlıksız yakalanılmasına neden olmuşlardır.

Türkiye’de 1980, 24 Ocak Kararlarıyla başlattığı liberalizasyon programı ardından1989 yılında 32 Sayılı Kararname ile sermaye hareketleri de serbest bırakıldı. Bu sayede yurtdışından yabancı para getirip Türkiye’de borç vermek finans sektörü açısından karlı bir iş kolu haline geldi (Parasız, 2001: 364). O yıllarda 'makas yöntemi' denilen bu sistem hükümetler tarafından da destekleniyordu. Çünkü bu şekilde ülkeye gelen kısa vadeli sermaye akımları hem Türkiye’nin tasarruf açığını kapatıp kolay bir büyümeye olanak sağlıyor hem de devletin ister iç, ister dış piyasadan ko­layca borçlanarak gevşek bir bütçe politikası izlemesinde görünüşte bir sorun yarat-mıyordu. 1990’lı yılların hemen başında ABD ve Japonya’nın da sermaye piyasala­rını liberalleştiren kararlar alması ve Avrupa Topluluğu’nun Maastricht Kriterleri’ni kabul ederek kamu açıklarını düşürmeleri uluslararası fon arzını artırırken fon talebi­ni düşürmüş böylece fonların çevre ülkelere akışı miktar açısından da kolaylaşmıştı (Parasız, 2001: 356). Sıcak paranın bolluğu bankaların bunu tüketici kredisi şeklinde kullandırarak zaten az olan ülke tasarruf oranına ket vuracak şekilde tüketimin art­masına neden olmuştur. Vatandaşların artan borçluluk oranı daha sonra 2007/8 krizinde de önemli bir etken olacaktır. Türkiye’de 1991-93 arası siyasi rekabetin de yoğunlaşması hükümetlerin oy kaygısıyla daha gevşek maliye politikaları izlemesine neden oldu. Dolayısıyla enflasyon gerek kredi genişlemeleri, gerek ise genişlemeci bütçe uygulamaları nedeniyle yüksek seviyelerde seyretti. Bu durumda yüksek faiz-düşük kur politikasını sürdürmek için faizin özel yatırımları rahatsız edecek ölçüde yüksek seyretmesi gerekiyordu. Yüksek seyreden faizleri Çiller Hükümetinin yapay biçimde düşürme gayreti krizin ilk tohumlarını attı (Parasız, 2001: 361). Bir bağımsız derecelendirme kuruluşunun Türkiye’nin notunu düşüreceği söylentisi ise TL’ye karşı ilk panik kaçışlarını, ardından da spekülatif hücumları başlattı. Borsada şiddetli bir çöküş, kredi kullandırmış aracı kurumların ve açık pozisyonlu bazı bankaların zor duruma düşmesi, interbank piyasalarının durması, faizlerin düşmek yerine yüzde 1000’ler seviyesine fırlaması gibi gelişmeler sadece birkaç gün içinde yaşandı (Alp, 2000: 234).

1994 Krizi’nin önemli bir nedeni ise görünüşte serbest kur uygulaması geçerliy-ken Merkez Bankası’nın boyuna müdahalelerle bunu bir cins sabit kura dönüştür-müş olmasıydı (Alp, 2000: 234). 2007/8 Krizi’nde de aynı şekilde ABD’nin hem kamu hem cari açık verirken doları nispeten düşük tutup sürekli sıcak para ile varlık fiyatla­rını ve vatandaş borçlanmasını şişirmesi en büyük etken olmuştur. Yani orta büyük-lükte bir ülke için çabuk tıkanan bir yol dünya parasına sahip dev ABD için biraz da­ha uzun dayanmış ama sonunda orada da model tıkanmıştır. 1994 krizinde de tıpkı 2008 krizindeki finansal kriz gibi çalkantı reel piyasalara bulaşmış birçok sanayi şir-keti iflas etmiş, bazı aracı kurum ve bankalar batmış ülke reel olarak küçülmüştür. Türkiye ile hemen hemen eşzamanlı seyreden Meksika Krizi 20 Aralık 1994’te pe-zo’nun % 15,3 devalüe edilmesiyle başladı. Yeni işbaşına gelen Zedillo Hükümeti 20 gün sonra devalüasyon kararı verdi. Bu karar yerli ve yabancı yatırımcılar tarafından o zamana kadar izlenen ekonomik istikrar politikalarında değişiklik olarak yorumlan-dı ve pezo’dan bir kaçış başladı (Alp, 2000: 237).

Meksika’nın ekonomik dengeleri 1980’lerde petrol fiyatlarının düşüşü nedeniyle -petrol ihraçlarının ülkenin en önemli döviz girdisi olması dolayısıyla- özellikle 1980’lerin ikinci yarısı iyice bozuldu (Apak, Aytaç, 2009: 79). Bunun sonucu ülkede neredeyse her 6 yılda bir ekonomik kriz çıkmaya başladı (Karabulut, 2002: 111).Bu krizler 1970’lerden beri artık alışılmış bir şey haline gelmişti. 1980’lerde Salinas Hükümeti liberalizasyona, serbest piyasanın gelişimine dayanan ortodoks bir istikrar planı uygulamaya başladı. Plan aynı zamanda dolara karşı sabit bir döviz kuru sis-temine dayanıyor ve bu yolla enflasyonu baskı altına almaya çalışıyordu. Benzer bir yöntem gayriresmi olarak 1994’te ve IMF teşviki ile 2001’yılında Türkiye’de krizlere neden olmuştur. Program enflasyona karşı başarılı olmasına rağmen ithalat aldı başını gitti; cari açıklar hızla büyüdü. Bunun bir sebebi pezo’nun aşırı değerli oluşu ise diğer nedeni de yapılan NAFTA serbest ticaret anlaşmasının ilk aşama etkileriydi. Yaşanan kur paniği karşısında sonunda mecburen dalgalı kura geçen hükümet paniği ancak ABD ve IMF’nin ayrı ayrı verdiği toplam 52 milyar $’lık inanılmaz bir acil durum yardımı sayesinde durdurabilmiştir (Apak, Aytaç, 2009: 83). Meksika’ya bu denli büyük yardım yapılması hem Meksika’nın ABD’nin en önemli iş ortağı pozisyo­nuna sahip olması hem de bu krizin başka azgelişmiş ülkeler özellikle Latin Ameri-ka’ya yayılıp 1982 dünya borç krizinin yeni bir biçimimin yaşanmasına sebep olacağı korkusu nedeniyledir.

Türkiye ve Meksika krizleri, sonradan 21. yüzyılın ilk krizleri olarak nitelenecek Türkiye-Arjantin krizinin birçok özelliğinin habercisi olmuştur. Üstelik sadece çevre ülkeler için değil merkez ülkeler ve bir bütün olarak dünya finans sistemi için de alınması gereken derslerle doluydu. Örneğin dünya finans sektörünün çevre ülke­ler bazında bile birbirine ne kadar bağlı olduğu gibi... Bu krizin arka planında çok ihmal edilmiş bir unsur olan ABD’nin 1994’te faizleri artırması aslında her iki ülkeyi de etkilemiştir.

İkinci önemli kriz dalgası 1997/8 Asya-Rusya krizleridir. Yaklaşık 20 senedir eriştikleri yüksek büyüme oranları nedeniyle Asya Kaplanları adını alan kimi Uzak Doğu ülkeleri aynı zamanda yabancı sermayenin de gözdesiydi. Ancak bu ülkeler paralarını ABD Dolarına sabitlemişlerdi. Bu ülkelere hem Batı, hem de Japon ser-mayesi akıyordu. Böylesi bir sermaye bolluğu önce mali sistemde spekülasyon ve manipülasyonlar ile verimliliğin düşüşüne, ardından gayrimenkullerin fiyatlarının aşırı şişmesine neden olmuştu. Japonya mali sisteminde ve sonra da ekonomisinde so­runlar çıkınca faiz oranları ve yenin değeri düşürüldü. Japon sanayiciler de bu ülke­lerin mallarına karşı daha ciddi rekabet ettiler. Böylece yukarıdan sıkıştırılan Asya kaplanları, Çin’in ucuz maliyetli ihracat atakları karşısında bir de aşağıdan sıkıştırıl-dı. Zayıflayan ekonomiye karşı yüksek varlık fiyatlarının, bu arada yüksek döviz kuru paritelerinin de sürdürülmek istenmesi uluslararası spekülatörlerin bu ülke paralarını, hedef seçmesine sebep oldu. ilk çöken Tayland Baht’ı oldu ve ardından Pasifik ülke­lerinin mali talihi de döndü. Kasım ve Aralık’ta kriz hızla yayıldı. Endonezya Rupi’si ve Kore Won’u o yıl değerlerinin yarısından fazlasını yitirdiler. Kriz sonucu G. Kore hisse senedi borsası % 49, Endonezya, % 48, Tayland %41, Filipinler %32,7, Sin-gapur %16,6, Japonya hisseleri %23 değer yitirdi. Yine bu ülkelerin devalüasyon oranları ise sırasıyla %65,9, %106, %48,%50,3, %14 oldu (Arın, 1998, Akt. Karabu­lut, 2002: 122).

Malezya Başbakanı Mahathir, spekülatör George Soros’u resmen itham etti. Bundan sonra başta Endonezya Rupi’si olmak üzere çeşitli para birimleri fiilen deva-lüe olmak ve dalgalanmaya bırakılmak zorunda kaldılar. 1998’in ilk yarısı da bir kötü, bir iyi gelen haberlerle ama krizin egemenliğinde geçti. Haziran sonunda G.Kore 5 bankanın faaliyetlerine son verdi. MF bu kriz sırasında kuruluşundan 2008 krizine kadar olan süredeki en büyük kurtarma paketini hazırladı. Sadece G.Kore, Tayland ve Endonezya için IMF’nin sağladığı kaynak 114,2 milyar $’dı (Karabulut, 2002: 117). 1979-1996 arası ortalama büyüme Endonezya için %6,8, Malezya için%7,4,G.Kore için %8,4, Tayland için %7,5 olmuş iken 1998’de bu ülkeler sırasıy-la %15,5, %4,7, %6,5 ve %7,0 küçüldüler (Blanchard, 2000: 473).

Asya Krizinin üstünden çok geçmeden bu kez 1998’de Rusya’da benzer bir kriz ortaya çıktı. Eski merkezi planlama sisteminin ve ona dayanan rejimin yıkılışından beri kendini toparlayamayan ve yüksek ölçekli borçlanan Rusya yaz aylarından beri IMF’in desteğiyle ayakta kalmaya çalışıyordu. Eylül ayında pes etti. Ruble devalüe edildi ve borçları ödeyemeyeceğini ilan etti. Bankacılık sistemi tamamen çöktü. Za-ten sayısı binlere varan mafyayla iç içe acayip bir bankacılığı vardı. Rusya’ya yatırım yapmış yabancılar milyar dolarlarla ölçülen kayıplara uğradılar. Rusya krizi Asya krizi gibi sadece bir döviz kuru spekülasyonu özelliği taşımamakta, aynı zamanda 2008 krizinin ardından özellikle Güney ve Doğu Avrupa’da yaşanan devlet borcu krizlerinin bir örneğini kısmen temsil etmektedir.

Asya krizi dünya iktisatçıları için sadece öncesiyle değil sonrasıyla bile özel ola­rak ciddi tartışmalara neden olmuştur. İktisatçılar bu konuda ‘krizin temel/yapısal (fundamental) nedenleri vardı’ diyenler ile ‘kendini doğuran (self fullfilled ) kriz’ fik­rini savunanlar olarak ikiye ayrıldılar. Birinci gruba göre büyüme kısa vadede sermaye stokunun büyümesi ve teknolojik gelişme ile verimliliğin artmasına bağlıyken uzun dönemde ancak teknolojik gelişme ile mümkün olabilir. Halbuki bu görüş sahip-lerine göre Asya ekonomilerinin "mucizevi" büyümesi hemen hemen sadece bu ülke­lerdeki yüksek tasarruf ve yatırım hacmine dayanıyordu. Teknolojik gelişmeye da-yanmadığı için çökmeye mahkumdu. Krizin adeta kendi kendini gerçeklediğini iddia edenlere göre ise bir takım temelleri olmakla birlikte kriz beklentisinin kendisi bizzat krizi doğurmuştur (Blanchard, 2000: 476).

2/02/2010

İnternet borsa balonu, 'dotcom' balonu veya IT teknoloji balonu denen bu fiyat şişmesi geçmişte
çeşitli teknoloji gelişmelerine yönelik yapılan spekülasyonların bir benzeri olarak görülebilir. Böylesi teknolojik gelişmelere 19. yy.ortasındaki demiryol­ları patlaması, 1920’lerde otomobillerin yaygınlaşması ve 1950’lerde transistörün bulunmasından sonra elektronik alanındaki atılım örnek gösterilebilir. Mantık, yeni teknolojinin bu alandaki firmalara geleneksel işkollarındakilere göre bir karlılık avan-tajı getireceğiydi. Bu aslında doğruydu da ve karlılık örneğin demiryollarındaki veya otomotiv sanayindeki gibi o sektörde hızlı büyümeyi ve sektör içinde de genellikle bir veya birkaç firmanın tekel, oligopol veya kartelleşmesi sonucu karlılıkta (daha doğ­rusu rantta) bir artışı beraber getiriyordu. Yine bu teknolojik atılımlar, ülkenin hatta dünyanın ekonomik gelişme hızını sağladığı üretkenlik artışı nedeniyle yükseltiyor-du. Yani ilk bakışta tüm bu teknoloji 'boom' larının temeli sağlam görünüyordu. Fakat tıpkı tarihteki Lale Çılgınlığı, Güney Denizi Balonu örneklerinde egzotik ürünler ve uzak ülkelerin insanlarda bir çekim yaratması, büyük hayalleri harekete geçirme­si, bilinmezliğin yarattığı gizemin zenginlik hayallerini kıvılcımlandırması gibi, yeni teknolojiler de benzer etkilere sahiptir. Onlar da gelecek konusunda iyimser hayalle­re yol açar, onlar da aslında hakkında çoğu kimsenin az şey bildiği alanlardır. Böyle­ce hisse senetleri spekülasyonlarını iş edinmiş kişiler için uygun atmosferi sağlarlar. Ve bu alanlarda şirketlerin varlıkları/sermayeleri bunların alınıp satıldığı sermaye piyasalarında 'gerçek değer'lerinin, yarattıkları düşünülen büyüme ve verimlilik mik­tarlarının çok üstüne çıkabilir.

Her zaman bu teknolojinin bulunması, yaygın olarak bilinmesi ile bunların yay­gın kullanımı ve verimliliği dolayısıyla karlılığı etkilemesi arasında belli ve bazen büyük zaman farkı vardır. Aynı şey enformasyon teknolojisi için de geçerli oldu. Mikroişlemci 1971’de icat edildi; kişisel bilgisayarlar 1980’lerin başlarında yaygınlaşma­ya başlamıştı. Fakat bu değişimin etkileri en azından verimlilik istatistiklerinde görü­lemedi. Ama bir kez bu teknolojilerden iş hayatında gerçekten yararlanılmaya baş­landığında ABD’nin verimliliğinde bir hızlanma görüldü (Krugman, 2008: 141).

Sonuç olarak IBM, AT&T, ve son olarak Microsoft gibi şirketlerin borsa değerleri de hızla arttı. İlk ikisi büyük ölçüde bilgisayarlaşmaya dayanan hatta onla özdeşleş­miş bilişim şirketleriydi ancak başlangıçta hiç kimsenin önemsemediği Microsoft, hisse senetlerinden alanlar bir kaç sene sonra milyarder olmuşlardı. İnternetin daha geniş kesimlerce kullanılır olması 1990’ların ikinci yarısında bu şirketlere yönelik sanki hepsi birer Microsoft olacakmış gibi büyük bir ilgi uyandırdı. Böylece önceleri NASDAQ gibi daha denetimsiz borsalarda bazı internet şirketleri halka açıldı ve iyi prim yaptılar. Bu anlamda miladı Netscape adlı internet tarayıcısı (browser) yazılı­mını üreten şirketin halka açılması teşkil eder:
“9 Ağustos 1995, tarihte ‘dotcom boom’unun doğduğu gün olarak anılacak. O gün Netsca-pe’in halka açılması gerçekleşti. Netscape Silikon Vadisi’nin ufak 2 yıllık bir geçmişi olan ve neredeyse hiç geliri olmayan ve bir kuruş bile kar etmeyen bir şirketti. Fakat onun tarayıcı yazılımı internet kullanımında bir patlama yaratmıştı.(...) Netscape’in hissesi borsada işlem görmeye başladığı gün hisse değeri Silikon Vadisi’nden Wall Street’e kadar bütün yatırımcı­ları şaşkına çevirerek 28$’dan 71$’a fırladı.” (Greenspan, 2008: 164).

Netscape’i taklit etmek peşinde koşan yüzlerce firma borsalara akın etti. Bütün hesap karlılık üzerine değil ama yeni teknolojide tekel rantı verecek bir pazar payı üzerine, ne pahasına olursa olsun hızlı büyüme stratejisine oturtulmuştu. Network Etkisi’nden yararlanma hedeflense de iş planı sorunluydu. Çok fazla firma aynı yola girmiş ve borsalarda bunlara yatırım yapılmıştı. Aynı piyasada kaç tane Microsoft olabilirdi? Krizin ilk belirtileri ile bu kez network etkisi de tersine çalışmaya başladı. Herkes internet hisselerinden iyisine kötüsüne bakmadan kaçmaya başladı. Tıpkı 2007/8 yılında morgıca dayalı menkullerden iyisine kötüsüne bakmadan kaçıldığı gibi... Spekülasyonun genişleme (boom) döneminde hem ABD, hem de Avrupa’da pek çok şehir, bölge ‘ikinci Silikon vadisi’ olma hayaliyle muazzam altyapı yatırımları yaptı. Şirketler de fiber optik ve cep telefonu 3G teknolojisi için büyük paralar döktü. Yapılanlar tıpkı 19. yy. demiryolu girişimcilerininki gibi aşırı iyimser varsayımlara dayanıyordu (Greenspan, 2008: 200).

İnternet spekülasyonu, 1998-2001 arası en yoğun dönemini yaşadı. 10 Mart 2000’de NASDAQ endeksi 5132,52 ile tepe noktasını gördü. Sadece 1 yıl öncesine göre bu endeks ikiye katlanmıştı. Sonra işler kötüye gitmeye başladı. Belki spekü­lasyonun hız kesmesinde FED’in 1999 ile 2000 arasında FED’in altı kez faiz oranla­rını artırmasının rolü vardır:
“Piyasalardaki irrasyonel coşkuyu hiç bir zaman kesin olarak tanılayamayacağımızı ve o durum gerçekleşene kadar harekete geçmekte daha da zorlanacağımızı politikacılara anlat­tığımda hiç aldırmadılar; tersine Fed’in partinin devamına engel olmayacağını düşünüp ra­hatladılar. İroniktir, kısa bir süre sonra faiz oranlarıni artırmaya karar verdik. 1999 ortası ile 2000 ortası arasında fed faiz oranlarını aşamalar halinde %4,75’ten 6,5’a çıkardık. Bunu öncelikle uluslararası mali kriz nedeniyle ekonomiyi korumak için artırdığımız likiditeyi geri çekmek için yaptık. Sonra da bir miktar sigorta payı olsun diye...” (Greenspan, 2008: 202).

Buna rağmen Greenspan, örneğin Krugman tarafından sadece 2001-2007 gay­rimenkul balonunun değil İnternet balonunun da müsebbibi olarak gösterildi (Krugman, 2008: 142).

10 Mart 2000’de teknoloji ağırlıklı NASDAQ endeksi tepe yaptı ve ardından ha­fifçe düştü. Önce düşüş ‘düzeltme’ diye algılandı. (Tıpkı Bernanke FED’inin gayri­menkul fiyatlarında 2006’dan itibaren görülen düşüşü ‘düzeltme’ olarak algılaması gibi...) Fakat düşüşler devam etti ve önce yavaş sonra hızlı biçimde paniğe dönüştü. Altı gün içinde NASDAQ %9 civarında değer kaybetti. 2001’in başında endeks değe­rinin yarısından fazlasını da yitirmiş 2000’li seviyelerin bile altına inmişti. Sonuçta dünyanın her yanında boşa giden pek çok altyapı yatırımlarını ve kurulan yeni eko­nomi şirketlerine yatırılan sermayeyi saymasak bile 2000 Mart’ından 2002 Ekim’ine kadar dotcom şirketlerinin piyasa değeri kaybı 5 trilyon $’ı buldu.

Teknolojik atılım ve buna ilişkin iyimserlik ne ölçüde olursa olsun daha sonra 2000’li yılları karakterize edecek olan bir gelişmenin ilk örneği yaşanıyordu. Dünya’da belli bir sermaye bolluğu ABD’ye akıyordu. ABD de Clinton yılları özellikle yönetimdeki Al Gore gibi isimler sayesinde internet sektörünü canlandıracak gibi gözü­küyor ve bu da yabancı sermayenin bu sektörü tercih etmesine neden olabiliyordu ama aynı dönem ABD’nin Clinton-Greenspan Mix’i denen politikayla en iyi yıllarını yaşadığı dönemdi (Blanchard, 2000: 92).

Balonun ortaya çıkışını kimi ortodoks iktisatçılar ABD’de dünya ekonomisine göre yaşadığını iddia ettikleri verimlilik artışıyla açıklamaya çalıştılar (Greenspan, 2008: 197). Bu açıklamaya göre bu fark 1990’lar boyunca gözlenen ABD’nin cari açıklarının esas kaynağıydı; dünya daha verimli piyasalara para yatırıyordu. Böylece sermaye girişi ABD’de verimliliğin asıl kaynağı görülen 'hightech' şirketlerinin hisse senetlerine akıyordu. Ancak 2000’de bu verimlilik farkı tersine döndü veya azaldı. O zaman da çöküş başladı. Ancak bu aşırı değer kazanma ve kaybetmeyi bir kaç se­nelik hatta 1 senelik sürede yaşanmış olduğu verimlilik farkına bağlamak zordur (Kraay, Ventura, 2005: 3). Sebep her ne olursa olsun borsanın çöküşü ve ardından gelen 2001 11 Eylül ve peşinden Afganistan, Irak gibi siyasi tansiyonlar ABD’nin iş çevriminin yıllardır yükselen fazının sona ermesini kolaylaştırdı. 2001-02 yılları dur­gunluk yılları oldu.

Bundan sonra çok ilginç iki gelişme oldu. Ve bunlar konumuz olan 2007-08 kri­zine yol giden yolu belirledi. Hisse senetleri bir süre sonra yeniden yükselmeye baş­lasa da ‘dotcom’ çöküşünün etkisini üzerinden atmaları yıllar sürdü. Buna karşılık 2001 yılı resesyonu korkusu bu kez FED’in tam tersine savrularak faizleri hızla in­dirmeye yöneltti. Ve yeniden kolay borç almak mümkün hale geldiğinde, ABD’ye hala dış para akıyorken ve bu parayı durgunluk nedeniyle reel sektörlere yatırmak çok da karlı değilken ne yapılabilirdi? Irrational Exuberance kitabının yazarı iktisatçı Robert Schiller 2005’te olayları şöyle yorumladı:
“Bir kez hisse senetleri düşünce, borsaların serbest bıraktığı spekülatif çılgınlık için başlıca çıkış gayrimenkuller oldu. Başka nerede, bu kumarbazlar yeni edindikleri alsat yeteneklerini uygulayabilirdi? Düş kırıklığına uğramış borsa yatırımcılarının incinmiş egolarına ancak bü­yük bir evin maddesel tezahürü merhem olabilirdi. Bugünlerde ulusal bir saplantı haline gel­miş gayrimenkul alım satımına benzeyen en yakın şey poker oyunudur!” (Laing 2005).

Görüldüğü gibi dotcom krizine yol açan spekülatif şişmede ABD’ye gelen ya­bancı likiditenin 1997 Asya-1998 Rusya krizleri nedeniyle artması önemli bir neden ise 2008 küresel ekonomi krizine giden yolu döşeyen ABD gayrimenkul spekülasyo­nuna da İnternet borsa balonunun patlaması sebep oldu.

1/17/2010

Finansal piyasalarda yaşanan gelişmeler ekonominin geneli üzerinde önemli etkilere neden olmaktadır. Bu nedenle piyasaların sağlıklı işleyişi, istikrarlı bir ekonomik sistem için büyük önem taşımaktadır. Özellikle Gelişmekte Olan Ülke (GOÜ)’lerde finans piyasalarında sürekli istikrarın sağlanması ve korunması her zaman mümkün değildir. Günümüzde Gelişmiş Ülke (GÜ)’lerde de ekonomik istikrarın sağlıklı bir şekilde korunamadığı son küresel krizde ortaya çıkmıştır.



2007 yılı ortasından itibaren kendini hissettiren ve 2008-2009 yıllarında şiddetlenen ekonomik kriz ABD’den başlayarak dalgalar halinde birçok ülkeyi etkisi altına almıştır. Ekonomik kriz dünyada görülen 1929 Ekonomik Buhranı’ndan sonra etkileri açısından yaşanan en büyük kriz olarak adlandırılmaktadır.

Thomas Friedman ve John McCain gibi önemli araştırmacılar krizin temelinde Wall Street’te yaşanan açgözlülük ve yolsuzluk olduğunu dile getirmektedir. Stiglitz ve Akerlof bunu bir adım daha öteye taşıyarak tüm krizlerin temelde ilkesiz bir çıkarcılık, yolsuzluk ve haksızlıktan kaynaklandığını söylemektedir. Bu motifler, insani mükemmelliğe duyulan şüpheyi ve kriz algısını tetiklemektedir. Krizin temelini araştırırken yatırımcılarda görülebilecek bu temel davranış motiflerinin yanı sıra 30 yıl boyunca yapılan bir takım politik manevraların da değerlendirilmesi gereklidir. 

ABD ölçeğinde bakıldığında iki kritik karar mevcuttur: Birincisi, 1970’lerde hisse senedi alışverişindeki komisyonların deregüle edilmesidir. Sabit komisyon döneminde yatırım bankaları hisse senedi ticaretinden tatmin edici bir kar elde edebilmektedir. Ancak deregülasyondan sonra düşük maliyetli brokerların pazara girmesi, rekabeti arttırmış ve yatırım bankalarının marjlarını kısmıştır. İkinci kritik karar ise 1990’larda ticari bankalar ve yatırım bankaları arasındaki sınırları çizen Glass-Steagall kısıtlamalarının kaldırılmasıdır. Bu sayede ticari bankalar ve hatta AIG gibi sigorta şirketleri de yatırım bankalarının işlerini yapar ve yatırım pazarından pay alır hale gelmiştir. Yatırım bankaları da hayatta kalmak adına bu duruma yeni iş kolları yaratarak ve karmaşık türev ürünler üreterek karşılık vermiştir. Kaldıracın daha fazla kullanıldığı, finansmanın para piyasalarından karşılandığı ve karlılık yaratan bu ürünler aynı zamanda krizin iki tetikleyicisi; "üret ve dağıt" modeli menkulleştirme ve aşırı kaldıraç kullanımına yol açmıştır. 


Diğer yandan şunu da belirtmek gerekir ki bu politikalar, bugünkü sonuçları hesaba katılmadan üretilmiştir. Deregülasyonun amacı, küçük yatırımcıların daha az maliyetle piyasaya girmesidir. Ancak her şey düşünüldüğü gibi olmamış ve bu durum yatırım bankalarını daha fazla risk almaya itmiştir. 

Benzer şekilde Glass-Steagall kısıtlarının kaldırılmasından da bir mantık vardır. Ticari ve yatırım bankalarının birleşmeleri, finansal kurumların işlerini çeşitlendirmelerine yardımcı olacaktır. Ticari bankacılık sayesinde yatırım bankaları İşlemlerini, mevduat bankaları gibi daha güvenilir temellere dayalı yapmalarını sağlayacaktır. Aynı model yüzyıllardır Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde geçerliliğini kanıtlamıştır. Bank of America’nın Merrill Lynch’i satın alması da uygulamanın avantajlarına bir örnektir. Bu iki kritik politika kararının üstüne makroekonomik denkleme yeni değişkenler eklenmiştir. 

2008 Krizini Hazırlayan Ekonomik Ortam 

2008 krizi, reel piyasalar karşısında gelişimini sürdüremeyen finans piyasalarında başlamıştır. İktisat tarihinde krizlerin finans dinamiğine değinen ilk iktisatçılardan biri 1929 krizine tanıklık eden Macar Karl Polanyi’dir. Piyasanın yıkıcı tavrına karşın korumacılığı bir gereklilik olarak gören Polanyi’ye göre devletin piyasalara müdahale ettiği üç temel alan; toprak, emek ve paradır. Bunlar arasında etki alanı en büyük olan alan; piyasaların olağan seyrini değiştirme gücüne sahip olan paradır. Bu açıdan bakıldığında 2008 krizini hazırlayan olaylardan ilki, 1971’de ABD başkanı Richard M. Nixon, Bretton-Woods’a son vererek yani doları altından bağımsız hale getirmesidir.

Bretton Woods sisteminde kur kontrolü sebebiyle sermaye bir ülkeden diğerine serbestçe hareket edemiyordu. Ancak dalgalı kur sistemine geçilmesi, finans piyasalarında yeni bir dönüşüme neden oldu. Firmaların gerçekleştirdiği faaliyetlerin maliyetleri ve gelirleri farklı para birimlerinde olması kur farkı ile oluşan riskleri dengeleme ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı türev piyasaları ortaya çıkmıştır. Bu piyasalarda alınıp satılan ve türev ürün olarak isimlendirilen kağıtlar; gerçek ürün alım satımı değil, kontratı gösteren bir kağıt parçasıdır. 1972 yılından sonra finans dünyası çok değişik türev ürünlerle tanışmıştır.

İkinci olay ise ABD’nin Yom Kippur’da İsrail’e destek vermesi ve bunun ardından karşılaştığı petrol ambargosuyla patlayan 1973 petrol krizidir. ABD, 1973’te düşen karlarla ayakta durmakta zorlanan imalat sanayisini desteklemek için, Bretton-Woods’u kaldırmanın yarattığı hareket özgürlüğüyle 1985’te doları Alman Mark’ı ve Japon Yeni’ne karşı devalüe etmiştir. Plaza Anlaşması olarak bilinen bu operasyon 1995 yılına dek karlar, yüzde yetmişlere varan oranlarda arttırmıştır. Ancak imalat sanayinin kendini yenilememesi, Plaza anlaşmasını geçici bir çözüm haline getirmiş ayrıca küresel ekonominin diğer yanında Japonya ve Almanya ekonomisi de daralmıştır. Bu yüzden Amerikan Merkez Bankası 1995’te doların değerini yükselterek karşılıksız ama değerli bir dolar dönemini başlatmıştır. Bu da mali piyasadaki balonun şişmesine sonra da bütçe ve dış açıkların meydana gelmesine yol açmıştır. Bu durumda neo-con (yeni muhafazakar) bir iktidar beklentisi artmıştır. Çünkü doların değer kazanması için ekonomik ve teknolojik üstünlük veya siyasi üstünlük gereklidir. Küresel ekonominin güçlenmesine ket vurabilecek ulusal ekonomik ve teknolojik üstünlük yerine siyasi üstünlük seçeneği tercih edilmiştir. Böylelikle Bush dönemi başlamıştır. Böyle bir yaklaşımla bakıldığında Bush döneminin başlangıcı, aslında dolar revalüasyonunun yapıldığı 1995 yılı olarak alınmalıdır. Bu bağlamda devam edildiğinde Bush iktidarı için en elverişli başlangıç noktası 11 Eylül 2001 tarihi olarak ele alınmaktadır. 

11 Eylül 2001’i krizi başlangıç tarihi olarak bir diğer yaklaşım da halkın refahını arttırıcı politikaları ele almaktadır. Buna göre 2000 senesinin sonunda yüzde 6 olan faizler, 2003 yılında yüzde 1’lere inmiş ve tüketim teşvik edilmiştir. Bu gelişmeler sonucu ABD halkı, gelirinden daha fazla harcar hale gelmiştir. Tüketim artışına yönelik uygulamalar, kendini en çok konut sektöründe göstermiştir. Artan iyimserlik ve harcama eğilimi, risk yönetiminde gevşemeye ve geri dönüşü riskli olan ipotek kredilerinin serbest bırakılmasına yol açmıştır. 

Bir diğer bakış açısına göre 2000 yılında ekonomilerde baş gösteren yavaşlamaya karşın gelişmiş ekonomilerin merkez bankaları faizleri düşürmüşlerdir. Gevşek para politikasının iki sonucu olmuştur: Varlık fiyatları yükselmiş ve kısa vadeli, düşük faizli borçlanan bankalar konut kredisi gibi uzun vadeli krediler vermeye başlamıştır. Bu dönemde ABD ve Avrupa Birliği’nde kredi artış oranı hızı çift haneli seviyelerdedir, gelişmekte olan ülkelerde kredi hacimleri artmış, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Baltık ülkelerinin özel sektöre verilen kredilerin artışı yüzde 40’ları bulmuştur. 1999 yılında türev piyasaların hacmi 10 trilyon dolarken bu rakam 2004’te 40 trilyon dolara çıkmış ve 2008’de 70 trilyon doları bulmuştur. 2008’in sonunda sadece ipotekli konut sektörü için kredi piyasasının hacmi 10 trilyon dolardır. Burada bir noktanın altının çizilmesi gerekmektedir: Bankalar konut kredisi talebini arttırmak amacıyla kredi ürünleri çeşitlendirmiş, koşulları esnekleştirmiş ve geri ödeme olasılığı zor olan tüketicilere krediler sunmuştur. Bu durum öyle yerlere ulaşmıştır ki herhangi bir geliri olmayan kişiler bile kredi almıştır bu yüzden bu kredilere NINJA (no income, no job, no asset- gelirsiz, işsiz, varlıksız) adı verilmiştir. 1,5 trilyon doları bulan böyle yüksek riskli NINJA kredilerinin arkasındaki mantık şudur: Geri ödenmelerinde zorluk çıkarsa gösterilen teminat nakde döndürülecektir. Ancak kredi vermek için yarışan finans kuruluşlarının zayıf nitelikleri olan ipotekleri de teminat olarak almışlardır. Sanal ipotek olarak da adlandırılan bu teminatlarla alınan “eşik-altı (sub-prime)” krediler daha sonra krizi tetikleyen temel unsurlardan olacaktır. Bu tip eşik-altı kredilerle artan talep konut fiyatlarına tavan yaptırmıştır. 
Tablo: İpotekler ve Subprime İpoteklerin Menkul Kıymetleştirilmesi (Milyar $)
Yıllar
Toplam
İpotek
Subprime
İpotek
Subprime /
Toplam
İpotek (%)
Subprime Dayalı
Çıkarılan Menkul
Kıymetler
Subprime
İpoteklerin
Menkul
Kıymetleştirme
Oranı(%)
2001
2.215
190
8.6
95
50.4
2002
2.885
231
8.0
121
52.7
2003
3.945
335
8.5
202
60.5
2004
2.920
540
18.5
401
74.3
2005
3.120
625
20.0
507
81.2
2006
2.980
600
20.1
483
80.5

Bu noktada merceği tekrar makro ölçeğe taşımak gereklidir. Gevşek para politikası nedeniyle oluşan enflasyonist baskılar, 2004 yılının ikinci çeyreğinde FED’i harekete geçirmiş ve faizler arttırılmıştır. 2005’in ortalarına doğru konut talebinin azalmasıyla konut fiyatlarında da durgunluk meydana gelmiştir. Artan faizler sayesinde konut kredisi ödemelerinde de zorluklar baş göstermiştir. Bu sorunla birlikte bankalardaki hacizli konut sayısı artmıştır. Hacizli konutların bankalar tarafından piyasa sürülmesi, konut fiyatlarını tekrar aşağı çekmiştir. Bu gelişmeler “jungle mail” kavramını ortaya çıkarmıştır: Konutların net değeri, ödenen kredilerin net değerinin altında kaldığından müşteriler, evlerin anahtarlarını zarflarla geri postalamıştır. Ancak bankalar, bu kredi ödemelerini çeşitli mali kuruluşlara satmıştır ve evleri teminat olarak gösteren birçok menkul ürün vardır. Böylece zarar hızla yayılmış ve mali kuruluşların iflasına yol açmıştır. 

Ancak kriz iki boyutlu bir seyir izlememiştir, aynı anda birçok boyut ve dinamik söz konusudur. Düşük faizler, aynı zamanda yüksek kazançlı ve yüksek risk taşıyan ürünlerin talebini de arttırmıştır. Bunlardan biri olan yüksek riskli ipoteğe dayalı konut kredileri seküritizasyona (menkul kıymetleştirme) tabi tutulmuş ve yeniden küresel finans piyasalarında satılmaya başlanmıştır. Menkul kıymetleştirme, nakit akışının belli bir havuzda toplanarak buradan yatırımcılara satılacak nitelikte menkul varlıklar üretilmesi olarak tanımlanmaktadır. Daha fazla mevduat olmadan yeni kredi finansmanlarının yaratılması, riskin dağıtılması, yüksek kazanç motivasyonu gibi unsurlar seküritizasyonu daha da çekici hale getirmiştir. Menkul kıymetleştirmedeki havuz mantığı, riskin taşınmasına yardımcı olduğundan krizin yayılmasında çok etkili olmuştur. YRİK (yüksek riskli ipotek kredisi) veren bir banka, kredi ödemelerini menkul kıymetleştirip bunu kısmen veya tamamen bir yatırım bankasına satmaktadır.

Böylece risk yayılmakta ve sistem kırılganlaşmaktadır. Geri ödemelerdeki herhangi bir arıza, hem bankaya hem de menkul kıymetleştirilmiş ürünü olan diğer finansal kurumlara yansımaktadır. Eski FED Başkanı Alan Greenspan de krizin yayılmasını bu kredilerin yeniden satışının neden olduğunu belirtmiştir. Menkul kıymetleştirmenin yarattığı balon şudur: Finans mühendisleri, oluşturdukları türev ürünlerde malın şu anki değerini değil iyimser bir bakış ile gelecekte beklenen fiyatını temel almış ve bu fahiş fiyattan satmıştır. Kontratların fiyatları olması gereken seviyeden kat kat yukarı çıkmıştır. Dolayısıyla ortada ahlaki bir sorun da söz konusudur. 

Diğer yandan yatırımcılar da geri ödeme sıkıntılarından meydana gelen güven kaybı yüzünden bu tip menkul değerlere olan taleplerini azaltmış ve daha az risk teşkil eden hazine kağıtlarını tercih etmişlerdir. Aracı kurumlar, kısa vadeli nakit için bu varlığa dayalı türev ürünleri teminat gösterdiklerinden likidite sıkışıklığı yaşamaya başlamışlardır. 2008 Eylül’ünde Lehman Brothers’ın iflası, gerginliği ciddi boyutlara taşımıştır. Risk değerlendirme konusundaki başarısızlık görülmüş bu yüzden finansal kurumlar arasında kredi tıkanıklığı başlamış ve yüksek risk primleri talep edilmiştir. 

Risk değerlendirmesindeki başarısızlığın nedeni, türev ürünlerin nakde dayalı bir piyasası olmamasıdır. Denetimleri zayıftır dolayısıyla risk sağlıklı bir biçimde fiyatlandırılamamaktadır. Finans alanında denetim, düzenleme ve tarafların yeterli bilgiye sahip olmamalarından kaynaklanan asimetrik bilgi sorunu, aşırı risk almaya, vade uyumsuzluğuna ve varlık fiyatı enflasyonuna neden olmuştur.


A call-to-action text Contact us