1980'lerde gerek büyük ülkelerin finansal
piyasalarında gerek ise uluslararası çapta birçok önemli değişiklik
gerçekleşti. Aşağıda bunların en belli başlıları görülüyor. Serbestleşme ve
deregülasyon sonucu 1970'lerde geçerli bankacılıktaki devletin belirlediği faiz
tavanları kalktı. Zaten o dönemdeki yüksek enflasyonla bunların sürdürülmesi
pratikte çok zorlaşmıştı. Bankalar faiz maliyetlerinin yükselmesi sonucu eskisi
gibi ucuz fon bulamazken büyük şirketler de giderek kendi mali ihtiyaçlarını
menkul değer ihracıyla bankaları bypass ederek karşılamaya başladılar. Üstelik
bu eğilim bankaların üçüncü dünya borçları ve benzeri faaliyetleriyle zayıf
duruma düşmeleriyle daha da arttı. Büyük ve çokuluslu şirketler aynı zamanda
paralarını düşük faizlerle bankalarda tutmak yerine kendi finansal bölümlerini
adeta bir bankerlik kuruluşu gibi işleterek para ve sermaye piyasalarında
çalıştırmaya başladılar.
Kolay ve ucuz nakit bulma olanağını ve kaliteli
müşterilerini bir ölçüde kaybeden bankalar zaten biraz da bu yüzden üçüncü
dünya borçlarına fazlaca girmişlerdi. Bankaların girdiği bir diğer maceracı iş
alanı 'borç vasıtasıyla şirket ele geçirmeleri' diyebileceğimiz, LBO’lardı (leveraged
buyouts). Bu gelişmeler dünya çapında birincil piyasayı yani menkul değer
ihraçları piyasasını hızla geliştirdi. Bankacılık sektörü içinde yatırım
bankacılığının önemini arttı.
Aynı anda ticari bankalar da faaliyetlerini de
özellikle ATM ve kredi kartı sistemlerinin bulunması veya geliştirilmesiyle
bireysel bankacılığa yöneldi. Bu dönemde bankalar para piyasası fonları ve
benzeri yeni kuruluşlara kaptırdıkları mevduat müşterilerini böyle elde tutmaya
çalıştılar. Eski rahat maliyet dönemine dayanan aşırı kalabalık ve çok yaygın
şube maliyetlerinden de böylelikle tasarruf etmeye çalıştılar.
1970'lerden beri eurodolar vb piyasalarının
devletlerin denetiminden kaçmaya başlaması sonucu gelişen offshore bankacılık yöntemleri bankacılığın dışında bütün
para ve sermaye piyasalarına da yayılacak şekilde 1980 ve 90'larda üssel bir
biçimde büyümeye başladı. Bankaların bireysel bankacılık tekniklerine yönelmesi
bireysel borçlanmanın miktarını artırırken bankaların varlıklarında araba, ev,
sair tüketici kredilerinin payı arttı.
Aynı dönemde borsalarda türev ürünler ve
türevlerin türevleri diyebileceğimiz yapılandırılmış ürünlerin örnekleri
görülmeye başladı. Türev borsa veya OTC’lerinde o zamana kadar görülmedik
ölçüde kaldıraçlı (aşırı derecede krediye dayanan) işlemler yapılması mümkün
oldu. Diğer yandan türev piyasaların gelişmesi, bu piyasaların dünyada bir
diğer deregülasyon sonucu gelişen döviz borsalarıyla iç içe girerek süper hızlı
diyebileceğimiz bir büyüme süreci içine girmesi bu piyasaların o güne kadar
görülmemiş derecede likit bir ortama kavuşmasına olanak verdi. Ne kadar büyük
olursa olsun herhangi bir alım veya satım işlemi dünya ölçeğinde işlem gören bu
piyasalarda cari fiyattan neredeyse anında işlem görebiliyordu. Türev
piyasaların çıkması, finansal yenilikler denen bir dizi yeni 'yatırım' aracı veya
tekniğini mümkün kıldı. Bu 'ürün' çeşitliliği piyasaları daha da büyüttü.
Eskiden bankalar verdikleri krediler karşılığı
aldıkları senetleri mecbur kaldıklarında merkez bankalarına rehin verir veya
kırdırır öyle nakit dengesizliklerini düzeltirler veya ABD gibi ülkelerde açık
piyasa işlemlerinde yine FED'e daha önce aldıkları devlet tahvillerini satarak
nakit elde ederlerdi. Bankalararası piyasalarda birbirlerine borç verme
uygulamaları vardı ama yetersizdi. Sonraları hem ülke çapında hem uluslararası
çapta bankalararası piyasalar gelişti bankaların birbirine büyük çaplı kredi 'line'ları
oluştu. Bankalar daha az nakit rezerv tutabilir hale geldiler. Yasal asgari
sermaye düzenlemelerinin sürekli gelişmesine karşın bankaların verdikleri kredilere
(varlıklarına) göre asgari sermaye oranları yıllar içinde sürekli düşebildi.
Böylece daha az sermaye kullanarak daha fazla kredi verebildiler.
Sermayelerinin dönüş hızı arttı.
Bankaların bilançolarında atıl bulunan borç
varlıkları (verdikleri krediler) özellikle bireysel bankacılık yüzünden ciddi
bir problem oluşturuyordu. Bunlar merkez bankaları tarafından da ticari
senetler kadar kolay işlem göremeyeceği gibi ev ve araba ipoteği gibi
karşılıklar, likit hale getirilmesi zor karşılıklardı. Öte yandan menkul değerler
piyasasında türev ürünler vasıtasıyla oluşan yenilikler borçların menkulleştirilmesini
mümkün kılıyordu. Böylece örneğin hisse senedi türünden bir menkulün gelecekte
teslimine ilişkin bir anlaşmanın yapılmasıyla türevinin oluşturulması gibi
örneğin bir tahvili teminat gösteren ve getirisini o tahvilin getirisinden
oluşturan bir başka menkul 'inşa' etmek mümkün olmuştu. Bankalardaki atıl
kaynakları likit hale getirerek sermaye dönüş hızını artırma isteği menkul
değer piyasalarındaki bu yeni menkulleştirme tekniğiyle birleşerek varlığa
dayalı menkul değerlerin (VDMK veya ABS) oluşmasına yol açtı.
İşte bu yöntemle ticari bankalar ellerindeki
büyük miktarda ipotek veya rehinleri, ödeme vaatlerini menkulleştirerek
bilançolarından çıkarma olanağı elde ederken yatırım bankaları da bu yeni tür
menkul değerlerin ihracına aracılık ederek 1960’ların ve 1980’lerin birleşme ve
ele geçirmeleri aracılığından sonra özellikle 2000’lerin başından itibaren
üçüncü büyük atılımlarını gerçekleştirdiler.
Bu dönemde gözden kaçan bir başka özellik de
2000’li yıllarda birleşme ve ele geçirmelerde, 1980’lerin 'merger mania'sından
sonra ikinci büyük dalganın yaşanmakta oluşuydu. Hem menkulleştirme hem de
sermayenin yeni birleşme ve yoğunlaşma dalgası bunların beraberinde getirdiği
yeni halka arzlar (IPO initial public offerings) vasıtasıyla birincil
pazara çıkan yeni menkul değerler yatırım bankacılığının belki de tarihlerinin
en iyi dönemini yaşamasına neden oldu.
Bütün bu piyasaların küreselleşmesi, aşırı
kaldıraçlı çalışabilme yeteneğindeki artış başlı başına büyük bir likidite
artışı anlamına geliyordu. Bu tür kaldıracın eskisi gibi kısa sürede
çökmemesinin garantisi ise özellikle Uzak Doğu ülkelerindeki hızlı büyüme idi. Asya
ülkelerindeki büyümenin iki etkisi vardı. Birinci etki arz yönündeydi. Çin,
Hindistan gibi ülkelerdeki her türlü ölçünün dışındaki ucuz ama nispeten iyi
eğitimli işgücü çok uluslu şirketleri de cezbederek son derece ucuza mal
üretimine olanak sağlıyordu. Bunun 1980'lerden özellikle 90'lardan sonra
enflasyonun düşmesine katkısı uygulandıkları her seferinde ülkeyi, hatta
dünyayı bir durgunluğa sürükleyen parasalcı reçetelerden çok daha etkiliydi.
Böylece buralarda büyüme ile artan sermaye birikimi ve ihracatla biriken döviz
rezervleri bir zamanlar 70'lerde Japon büyümesinin ABD ve AT para piyasalarına
likidite olarak akması gibi 90'larda başta ABD olmak üzere pek çok ülkenin cari
açıklarını finanse etmeye yaradı. Bu finansmanlar menkul değer ihraçlarıyla
yapıldığından dünya çapında borçların menkul değerle karşılanma oranı arttı.
Yukarıda belirttiğimiz borsaların aşırı kaldıraçla çalışması her çöküş
arifesinde yeni paranın gelmesini söz konusu Asya likiditesiyle mümkün kıldığında
kaldıraç sisteminin yıkılmasını erteliyordu.
Aynı zamanda geçmişte büyük döviz krizleri
yaşamış veya büyük ihracatçı pek çok ülke (örneğin BRIC denilen Brezilya,
Rusya, Hindistan, Çin) herhangi bir kriz olasılığına karşı yüksek miktarda
döviz rezervi tutuyordu. Döviz rezervi demek ABD ve Euro Bölgesi para birimleri
ve tahvillerine yeni talep demekti. Özellikle rezervlerin hala büyük bölümünün
ABD Doları üstünden olması ABD'nin yüksek cari ve bütçe açıkları verse bile bir
çöküş yaşamaması anlamına geliyordu. Bu para sonunda bir şekilde Amerikan
halkının gelirlerini artırıyor, borçlanma miktarını da bunla paralel
artırabiliyor; sonunda bu likidite dönüp dolaşıp ABD ve AB’de bankacılık
sistemine akıyor o da yukarıda bahsettiğimiz mekanizmayı besliyor çöküşünü
önlüyordu.
Benzer bir başka mekanizma da Asya büyümesinin
artan petrol ve hammadde talebi vasıtasıyla bu emtianın fiyatını arttırdı.
Petrodolar fonları 1970'lerden beri ilk kez yeniden yükselmeye başladı ve bu
para da sonunda gelişmiş piyasalardaki veya gelişmekte olan piyasalardaki (emerging
markets) likidite bolluğuna katkıda bulundu. Diğer emtia fiyatları da
nispeten yükselince ihracatlarında bunların önemli rol oynadığı kimi Asya,
Latin Amerika ve Afrika azgelişmiş ülkelerinin dış fon ihtiyacı da azaldı.
Fakat dünya çapında artan likiditenin 'sağlam para' endişelerini yavaşça artırması
bir süre sonra emtia fiyatlarının genel trendiyle de birleşince altın gibi
kıymetli madenlerin fiyatlarını da yükseltti. Hem petrol hem de altın türev
piyasalarının sağladığı olanaklarla büyük çapta bir spekülasyonun konusu oldu
ve bunların fiyatları normal talep artışının gerektirdiği düzeylerin çok üstüne
çıktı.
Bütün bu sistemin sürmesi aynı genişleme miktar olarak artıp aynı
fiyatlarla yürüse belki sonsuza kadar mümkünken likidite bolluğunun varlığı,
piyasaların mantığı açısından hisse senetlerinin, tahvillerin, ev fiyatlarının,
yani her tür varlığın fiyatlarının sürekli şişmesini gerektiriyordu. Yükselen
fiyatlar bu fiyatları besleyecek daha fazla likidite ihtiyacı doğuruyordu. Öyle
bir an geldi ki bütün dünya sistemi artık bir cins Ponzi planı gibi işlemeye
başladı. Yinede saydığımız gelişmeler sonucu ABD ve AB ülkeleri böylelikle
büyük devlet harcamalarını özel kesimi dışlayarak ve sonunda özel kesim
karlarının düşmesine yol açarak yapmak zorunda kalmadılar. Böylece yaklaşık 20
sene süren düşük enflasyon ve hızlı büyüme, artan refah dönemi yaşandı. Bu
refah dünyada elbette eşitsiz dağıldı. Ama hemen hemen her ülke ama az ama çok
bundan faydalandı.

0 comments:
Yorum Gönder