:::: MENU ::::

Daha çok ekonomi, az çok da üstüme vazife olmayan şeyler ...

  • Suitable for all screen sizes

  • Easy to Customize

  • Customizable fonts.

Ekonomi, politika, gündem, ve (biraz) yaşama dair yazılar...

4/23/2014

'Doktor Kıyamet' olarak anılan ünlü yatırımcı Marc Faber, hisse piyasasının 1987'deki ani çöküşten
'daha acılı' bir düşüşe hazırlandığını iddia etti.

Hisse piyasalarına yönelik karamsar bir öngörü geldi. "Doktor Kıyamet" lakaplı yatırımcı Marc Faber, katıldığı CNBC yayınında "Büyük ihtimalle önümüzdeki  12 ay içinde 1987 benzeri bir çöküş göreceğiz. Ve bunun 1987'den daha kötü olacağından şüpheleniyorum" dedi.


Özellikle internet biyoteknoloji hisselerinde sancılı bir dönemin başladığını ifade eden Faber, "Değerlemeler bakımından tamamen çılgın bir noktada yer alan hisseler özellikle kırılgan. Bu şirketlerin hiç geliri yok. Satışlara göre değerlendiriliyorlar. Bu da uzun dönem için iyi bir ölçüt değil" şeklinde konuştu.


YÜZDE 30 DÜŞER


S&P 500'ün yüzde 30 değer kaybına uğrayabileceğini söyleyen Faber, "Hisse almak için iyi bir zaman değil" dedi.


FED NE YAPTIĞINI BİLMİYOR


Faber, "Yatırımcılar yavaş yavaş Fed'in ne yaptığını bilmeyen bir kurum olduğunu anlıyor. Fed'in ne yaptığı hakkında kendisinin de en ufak bir fikri yok. Bence bu da yatırımcıların gözünde güvenilirliğin düşmesine neden oluyor" dedi.


1987'DE NE OLDU?


 "Kara Pazartesi" olarak da bilinen 19 Ekim 1987 çöküşünde dünya genelinde borsalar büyük bir düşüş yaşadı. Hong Kong'dan başlayarak bütün dünyaya yayılan ve Wall Street'in bir günde yüzde 20'nin üzerinde düşmesine neden olan krizin gerekçeleri arasında otomatik hisse satış programları, piyasaların aşırı değerli olması, likidite ortamı ve piyasa psikolojisi gösterildi.



2/23/2014

Kapitalist sistem, serbest piyasa ve demokrasi kavramları, hemen hemen birbirinin yerine kullanılabilecek kadar eş anlamlı olarak algılanmakta ve biri olmadan diğeri ya da diğerlerinin olamayacağı sanılmaktadır. Üstelik, piyasa kavramının başına bir de "serbest" ifadesi getirilerek, bu konudaki tüm olası eleştiriler de önlenmektedir. 


Piyasa, gelir ve kaynak dağılımını gerçekleştirmek için kullanılan bir araçtır. Bu araç, salt kapitalist sisteme özgü olmadığı gibi, kapitalist sistemde piyasa, monopoller nedeni ile daraltılmaktadır. Piyasa daraldığı derecede de, ekonomik ve diğer haklar tahdide (daraltma, sınırlama) uğramaktadır. Batı dünyasında geliştirilmiş olan bireylerin yasal haklan ve özellikle de 1940'lardan sonra gündeme gelmiş olan sosyal hak kavramları, hep piyasa sisteminin ortaya koymuş olduğu olumsuzlukları gidermeye yönelik önlemlerdir. Birer hak olarak toplumlara sunulan bu önlemler, ortaya çıkmış olan bozuklukların en iyi birer kanıtıdır.
Piyasa diye algılanan sistem içinde, ekonomik güçler öbeklenip, insanların hukuk sistemi karşısındaki haklarını da tehdit etmeye başlayınca, siyasal bir çözüm geliştirildi; insanların yasalar karşısında eşit olduğu ileri sürüldü. Ne var ki, karşısında herkesin eşit olduğu ileri sürülen yasalar, eşitler tarafından ve eşit koşullar altında yapılmılmiyordu! 1980'ler Türkiye'si bu tür sosyo-ekonomik yapılanmaların harika bir örneğini oluşturmaktadır. Bir grubun vergi vermeme eylemi haklı davranış olarak kabul edilirken, başka bir grubunki kaçakçılık olarak algılandı. Çünkü birinci gup eylemlerinin yasal temellerini oluşturabilecek kadar güçlü; diğeri ise, görece zayıf idi.

Kendilerini piyasa ekonomisti olarak tanımlayan bir grup iktisatçı, gelir ve kaynak ("kaymak") dağılımında piyasanın tek kurum olmadığı, bunun yanında, başta politik kurumlar olmak üzere, birçok kurumun söz konusu olduğunu ileri sürmektedir. Hiç kuşkusuz, siyasal partiler, bu arada siyasal karar gücü çok önemlidir. Bu görüş, piyasa gücünün yanına diğer güçleri de koyarak, piyasanın gücünü demokratik düzeye çekiyor görüntüsü veriyorsa da, aslında başka bir gerçeği vurguluyor: ekonomi ile siyasetin çakışması!

Türkiye 30 Mart'ta bir yerel seçim, akabinde Cumhurbaşkanlığı seçimi yaşayacak. Muhtemel olarak, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki gelişmelere bağlı olarak, bir de parti başkanlığı seçimi ve genel seçim (Başbakanlık "seçimi /ataması") yaşayacak. Olan ve olması beklenen bu siyasal olayların ne boyutu ile klasik demokrasiye uygun olduğu ya da ne kadarı ile manipüle ediliyor olduğu fazla belli değil. Çünkü, eğer olaylar manipüle ediliyor ise, zaten gerçek boyutu ile halk tarafından algılanmıyor, demektir. Buna rağmen, tüm perdelemelere karşın, sisler arasında bazı ipuçları görülebilmektedir. Cumhurbaşkanlığı halk oylaması arifesinde, bir Devlet Bakanı/bir Milletvekili/bir gazeteci, kendisine devlet görevi edinerek uzak diyarlara gider ve şu anda siyasal aktif gücü olmayan bir kişiden, şu veya bu kişinin Cumhurbaşkanlığının doğal olacağı mesajını alır ve yemeden-içmeden bu haberi sevgili Türk seçmenlerine ulaştırır. Böylece Batı, sadece haberin içeriği ile ilgili değil, fakat haberin taşıyıcısı ile de önemli mesajlar vermiş olur. Bu, sisler arasında görülenlerden sadece bir tanesi. Daha bir­çok böylesi var!

Parti başkanlığı ve dolayısıyla Başbakanlık yarışı da, anlaşıldığı kadarı ile iç ve dış güçlerle dostça dayanışma içinde yürütülecektir. Globalleşen bir dünyada, bir ülkenin, diğer ülkelerin olası tepkilerini dikkate alarak karar vermesi sadece olağan değil, doğrudur da. Yanlış olan: ülke halkını ikinci plana iterek, ülke içi dar gruplar ve dış çevrelerle karar oluşturma stratejisi gelişmektir. Böyle bir yola girmenin nedeni ekonomiktir; Cumhurbaşkanlığına giden yoldan, Başbakanlık hesaplarına dek tüm stratejiler, ekonomik çıkar çevrelerine göre yapılmaktadır. Bunun önemli bir kanıtı; işbaşında bulunanların icraatı ortada iken, bunların tekrar hükümete talip olmalarıdır. Bu noktada siyasal karar organlarının asıl amacı sezilmektedir. Yine aynı noktada, icraatın kimler tarafından nasıl algılandığı ve değerlendirildiği de açıkça görülmektedir. Enflasyon, çarpık vergi düzeni, işsizlik vb. gibi çok ciddi sosyo-ekonomik sorunlar, tehlike, boyutlarına gelmemek koşulu ile, aslında bir gruba yarar sağlamaktadır. Başka bir açıdan bakıldığında, bu sorunların çözümüne girişmek, bugünkü hakim gruplardan kaynak aktarımına neden olacaktır. Bu nedenle, söz konusu yaraları sarmak bir tarafa, etkili grupları incitmemek için, bunları fazla kurcalamamak gerekiyor.

Ne var ki, bu konuları gerçekte kurcalamamak gerekmekle beraber, bunlarda uyanık olmak ve hatta sosyal demokrat bir görüntü vermek de gerekiyor. Böylece, hem sosyal demokrat ya da sol grupların siyasal karar örgütlerini ele geçirmeleri önlenmiş, hem de uygulanan sistem yumuşatılmış olacaktır. Ayrıca, olası bir sosyal tehlike de önceden sezilerek, bunun önüne geçilmiş olunacaktır. Bu nedenle, iktidarda olmak gerekiyor, onu paylaşmak değil! Terslik şurada ki; galiba bu ilke fazla demokratik değil. Peki, kapitalist sistem uygulanmıyor mu? Ya da serbest piyasa düzeni yok mu? O zaman demokrasi nasıl işliyor? Demokrasiyi bir tarafa bırakalım da, diğer ikisi de çok şüpheli görünüyor! 


2/08/2014

İki siyasi partili bir demokraside, partiler adına propaganda konuşması yapmakta olan iki politikacı, propaganda yasağına iki gün kala, son kozlarını seçime etkisi büyük olacak A ve B şehirlerinde oynamak istiyorlar.

Propaganda zamanını israf etmemek için şehirlerarası seyahatleri gece yapmaya, ya her ikişehirde birer gün, ya da şehirlerden birinde iki tam gün geçirmeyi planlıyorlar. Ancak yer ayırtmalar önceden yapılacağından siyasetcilerden biri, kendi planını yapmadan önce rakip siyasetçinin planını öğrenme imkanına sahip değil. Bu nedenle karar vermek için siyasetçiler yardımcılarından her iki şehirde, yapılacak propagandanın etkilerinin ne olabileceği konusunda araştırma yapmalarını istiyorlar.
Bu problemi iki oyunculu, sıfır toplamlı oyun olarak formüle etmek için iki oyuncunun kimler olduğunu, oyuncuların stratejilerinin neler olduğunu, kazanç tablosunu belirlememiz gerekir. Bir kere oyuncular, politikacılardır. Stratejiler:  
Strateji 1: her şehirde bir gün geçir
Strateji 2: her iki günü de A şehrinde geçir
Strateji 3: her iki günü de B şehrinde geçir
Kazanç tablosunda 1. oyuncunun karşısındaki sayı, 1. oyuncunun yararını gösterir. Aynı sayının ters işaretlisi 2. oyuncunun yararı olur.
Politikacılar açısından amaç oy toplamaktır.  Seçim sonuçlarını öğrenmeden önce her oy aynı değerdedir. Bu yüzden kazanç tablosunun 1. politikacıya karşılık gelen sayıları,  diğer politikacıdan aldığı net oylar, yani  iki günlük propaganda sonunda, her iki şehirdeki net oy değişimleridir. 1000 oy 1 birim kabul edilmektedir ve bu formülasyon şekil 1’de özetlenmiştir. Oyun teorisi  her iki politikacının da strateji belirlemek için aynı formülasyonu kullandığını varsaymaktadır.
Aşağıdaki kazanç tablosu verildiğine göre, politikacılar hangi stratejileri seçmelidirler? Bu oyun, çekinik stratejilerin ardışık olarak elenerek cevabın bulunmasına imkan veren özel bir yapıdadır.

Kazanılan Net Oylar
2. Politikacı
1
2
3
1. Politikacı
1
1,-1
2,-2
4,-4
2
1,-1
0,0
5,-5
3
0,-2
1,-1
-1,1
Şekil 1.  Seçim propagandası probleminde 1. Politikacı için kazanç tablosu
İkinci strateji, rakip ne yaparsa yapsın,  daima en azından birinci strateji kadar iyi ise,  birinci strateji, ikinci strateji tarafından bastırılmaktadır, ya da birinci strateji ikinciye göre çekiniktir deriz. Çekinik bir strateji, daha sonraki mulahazalar için hemen silinir.
Başlangıçta yukarıdaki tabloda 2. oyuncu için çekinik strateji yoktur. Ancak 1. oyuncu için 3. strateji, 2. oyuncu ne yaparsa yapsın 1. strateji tarafından bastırılmaktadır.  1 > 0, 2 > 1, 4 > - 1. 3. stratejiyi daha sonraki incelemelerin dışında bırakırsak aşağıdaki kazanç tablosunu elde ederiz:

Kazanılan Net Oylar
2. Politikacı
1
2
3
1. Politikacı
1
1,-1
2,-2
4,-4
2
1,-1
0,0
5,-5
Şekil: 2
İki oyuncunun da rasyonel olduğunu varsayarsak, 2. oyuncu da 1. oyuncunun aslında iki stratejisi olduğunu farkedecektir. Bu indirgenmiş kazanç tablosunda 2. oyuncunun 3. stratejisi, hem 1. ve hem de 2. stratejisi tarafından bastırılmaktadır. 1 strateji için: 1 < 4, 1 < 5; 2. strateji için: 2 < 4, 0 < 5. Bu stratejiyi tablodan silersek

Kazanılan Net Oylar
2. Politikacı
1
2
1. Politikacı
1
1,-1
2,-2
2
1,-1
0,0
Şekil: 3
Elde ederiz. Bu noktada 1. oyuncunun 2. stratejisi, 1. stratejisi tarafından bastırılır. 2 > 0, 1 = 1. Çekinik stratejinin silinmesiyle

Kazanılan Net Oylar
2.Politikacı
1
2
1.Politikacı
1
1,-1
2,-2
Şekil: 4
Bulunur ki, burada 2. oyuncunun 2. stratejisi, 1. stratejisi tarafından bastırılır. 1 < 2, böylece 2. strateji de elenmelidir. Neticede her iki oyuncunun da 1. stratejilerini seçmelerinin en akıllıca olduğu anlaşılır. Politikacılar her iki şehirde karşılaşmamak üzere birer gün propoganda yapacaklar ve sonuçta 1. politikacı 2.’den 1000 oy aktarmış olacaktır.
Genel olarak, iki oyuncunun da çıkarlarına en uygun şekilde oynadıktan sonra 1. oyuncunun elde ettiği kazanca oyunun değeri denir. Değeri sıfır olan oyuna dürüst oyun denir.  Bu oyun, değeri 1 olduğundan dürüst bir oyun değildir. 
Çekinik strateji kavramı, incelenecek kazanç tablolarının küçültülebilmesine imkan veren çok yararlı bir kavramdır. Bu örnekte olduğu gibi nadiren küçültme sonuna kadar gider ve oyunun çözümüne kadar varır.  Ancak çoğu kez bundan sonra verilecek iki örnekte olduğu gibi, küçültme bir yere kadar varır, ondan sonra çözümü bulmak için farklı teknikler kullanmak gerekir.
Bu yöntem
Rasyonel oyuncular  kesin çekinik stratejileri oynamaz, genel kuralına dayandığı halde başlıca iki zaafı vardır. Birincisi her adım, oyuncuların birbirlerinin rasyonelliği hakkında ne bildiği konusunda bir varsayım gerektirir. Bu yöntemi bir çok adım tekrarlayacaksak, oyuncuların rasyonel kişiler olduğunun herkes tarafından bilindiğini varsaymamız gerekir. Kesin çekinik stratejilerin ardışık elenmesi yönteminin ikinci zayıflığı, yöntemin oyun hakkında çoğu kere hassas olmayan sonuçlara götürmesidir.
Yukarıdaki siyaset oyununun biraz değiştirilmesi ile elde edilen aşağıdaki oyuna bakalım. Bu oyunda elenecek kesin çekinik strateji bulunmamaktadır. Bu nedenle yöntem bizi bir sonuca götürmez.


Toplam Net Oylar
2. Politikacı
1
2
3
1. Politikacı
1
-3,3
-2,2
6,-6
2
-2,2
0,0
-2,2
3
5,-5
-2,2
-4,4
Şekil:5 Kesin çekinik strateji olmayan bir kazanç tablosu.
Aşağıdaki oyunda da elenecek kesin çekinik strateji bulunmamaktadır

2. Oyuncu
1
2
3
1.Oyuncu

1
0,4
4,0
5,3
2
4,0
0,4
5,3
3
3,5
3,5
6,6
Şekil:6 Kesin çekinik strateji olmayan bir başka kazanç tablosu.

1984’te John Nash’in ekonomi dalında Nobel ödülü kazanmasıyla dikkatler ilk defa oyun teorisine çevrilmiştir. Otuz senelik süre, teorinin iktisat ve siyasette uygulamalarının hızla büyümesine şahit olurken, 2005 Nobel Ekonomi ödülünün yine iki oyun teoriciye, T. C. Schelling ve R. Aumann’a gitmesi, oyun teorisinin hem siyaset ve hem de iktisat bilimlerinin merkezine yerleşmesine neden olmuştur.Oyun teorisinin gelişme istikametlerinden biri etnik guruplar arasındaki ya da uluslararası anlaşmazlıkların çözümüne olan katkısıdır. Günümüzde, hem hükümetler hem de rekabetçi bir piyasada tutunmaya çalışan şirketler, danışmanları arasına en usta oyun teorisyenlerini ve uzmanlarını almaya çalışmaktadır. 

8/25/2012

Keynesyen iktisat teorisini benimseyen iktisatçılar üzerinde Keynes’in fikirleri çok kısa zamanda etkili olmuş ve "Keynesyen İktisat" adı verilen bir görüş doğmuştur. Keynesyen İktisat; geleneksel keynescilik, dengesizlik keynesciliği, post keynescilik ve yeni keynescilik olmak üzere farklı kollara ayrılmaktadır.


Geleneksel Keynesyen yaklaşımın tanınması ve benimsenmesinde John Hicks’in önemli katkıları olmuştur. John Hicks, 1937 yılında yayınladığı "Mr. Keynes and the Classics", adlı makalesinde klasik iktisadın temel ilkeleri ile Keynes’in Genel Teorideki görüşlerini birleştirerek iki teorinin sentezini yapmıştır. Hicks, Walras’ın Genel Denge Modeli’nden etkilenmiş ve Keynes’in Genel Teorisi’ndeki açıklamaları bu çerçevede yorumlamıştır.

Walras, değişim kıymet teorisinin temeline marjinal faydayı yerleştirmiştir. Bu teoride bireysel talep eğrilerini belirleyen bir malın fiyatı değil, diğer bütün malların fiyatları ve tüketicilerin geliri ile zevk ve davranışları sabit varsayılmıştır. Walras piyasada fiyatların, malların stoklarına ve fertlerin ticari amaçlarına bağlı olarak oluştuğunu, piyasada dengenin piyasa arz ve talebinin bu fiyatları birbirine eşitlediğinde oluşacağını, eğer piyasada denge oluşmadıysa fertlerin yeni sözleşmeler yaparak denge fiyat seviyesinin bulunacağını varsaymıştır.

Hicks, kısa dönem denge gelir, istihdam ve faiz oranlarının para arzının para talebine eşit olduğu bir düzeyde oluşacağını kabul etmiştir. Hicks’in bu görüşleri daha sonra Alvin Hansen tarafından geliştirilmiş ve iktisat literatürüne IS-LM olarak adlandırılan "Hicks-Hansen Modeli" olarak geçmiştir. Hicks bir malın fiyatı düştüğünde o malın talebinde meydana gelen artışın gelir ve ikame etkilerinden nasıl etkilendiğini, kayıtsızlık eğrileri ve bütçe doğrularıyla açıklamıştır.

Keynesyen düşüncede bütçe düzenlemeleri, politik uygulamalar yerini "ince ayar" bütçe uygulamasına bırakmıştır. Geleneksel Keynesyen görüş, ekonomik istikrarsızlığın temelini "ince ayar" yönteminin uygulanamamasına bağlamaktadır. 1970’li yıllarda dünyada yaşanan petrol krizleriyle birlikte enflasyon ve işsizliğin bir arada oluşması Keynesyen İktisat politikalarının eleştirilmesine neden olmuştur. Neoklasik eleştirinin ana hatlarını Keynesyen yaklaşımın ekonominin talep temelleriyle ilgilenmesi oluşturmaktadır. Keynesyen yaklaşıma göre, ekonomide oluşan işsizlik ve enflasyonu devletin müdahalesi ile toplam talep canlandırılarak ve maliye politikaları uygulanarak kriz ortadan kaldırılabilir. Piyasalarda meydana gelen krizler tam istihdama ulaşmayı geciktireceğinden, kamu harcamalarının artırılması, vergi indirimleri yapılması, bütçe açığı vererek ve açığı emisyon yoluyla karşılayarak ekonominin tam istihdam seviyesine ulaşabileceğini savunmuşlardır. Neoklasikler yaşanan ekonomik krizlerden çıkış yolu olarak talep genişletici para ve maliye politikaları uygulayarak toplam talebi artırmak veya yüksek işsizlik nedeniyle işçiler arasındaki rekabetten dolayı ücretler düşürülerek toplam arzın artırılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Neoklasikler ücret kontrollerinin enflasyonist ortamlarda işsizliği azaltacağını kabul etmişler, ancak bunun serbest piyasa işleyişinde gerçekleşeceğini savunmuşlardır.

Dengesizlik Keynesyen Yaklaşımı neoklasik yaklaşımın piyasa denge analizine karşı çıkarak, piyasadaki fiyatların denge fiyatları olmayacağı, fiyatların esnek olmadığı varsayımı eşliğinde piyasada oluşan dengesizliklerin diğer piyasalarda da dengesizlik yaratacağını savunmuşlardır. Bu yaklaşım 1960 yılında A.Leijonhulfud ve W.Clower tarafından geliştirilmiştir. Daha sonra R.Barro ve H.Grossman, D.Patinkin’in işgücü piyasası ile Clower’ın mal piyasası analizini birleştirerek bütünleştirmiştir. Bu yaklaşımda istihdam ve gelir üzerindeki dalgalanmalar fiyat ve ücretlerin esnek olmamasından kaynaklanmaktadır. Yani fiyatlar denge düzeyinde değilse ücretlerin de denge düzeyinde olmayacağı ve işsizliğe yol açacağı savunulmaktadır. Bu yaklaşımda işsizliği önlemenin yolu gelirler ve fiyatlarla ücretlerin düşürülmesine bağlıdır.

Post Keynesyen Yaklaşım 1970’li yıllarda ortaya çıkan ekonomik kriz karşısında iktisat politikası önerilerinin yetersiz kalması ve yeni klasik iktisadi düşüncenin piyasaya hakim olmaya başlaması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım, belirsizliği temel alarak yeni klasik yaklaşımın savunduğu belirsizlik görüşünü reddeder. Yeni Klasik iktisat yaklaşımında karar birimlerinin bilgi ile ilgili bir problemlerinin olmadığını, piyasanın tam bir bilgiye sahip olduğu ve piyasaların bu bilgiyi en etkin şekilde kullandığı görüşü hakimdir. Tam bilginin geçmiş, içinde bulunulan zaman ve geleceği kapsadığı varsayımı altında gelecekle ilgili bir belirsizliğin olmayacağını ve geleceğin bilinebilir bir yapıda olduğunu savunmuşlardır. Post Keynesyen yaklaşım da piyasalarda bilgi asimetrisinin bulunabileceği, gelecek hakkındaki belirsizliğin iktisadi karar birimlerini etkileyebileceği ve piyasada tam bilginin aksayabileceği savunulmuştur. Bu durumda Yeni Klasik yaklaşımda her şey bilinebilir ve belirsizlik yoktur düşüncesi geçerli olsa da, Post Keynesyen yaklaşımda her şeyin bilinmesi imkansızdır ve piyasalara belirsizlik hakimdir.

Post Keynesyenler Keynes’den farklı olarak yatırımları, faiz oranlarına değil kar seviyesine bağlamışlar ve yatırımların tasarruf oranları tarafından değil tasarrufların yatırım oranları tarafından belirlendiğini ileri sürmüşlerdir. Bu yaklaşımda yatırımları belirleyen iki unsur vardır. Bunlar; cari ürün ve sermaye varlıkları fiyatları ile ekonomide var olan finansman ve kredi kurumlarının yapısı ve şartlarıdır. Yatırımı belirleyen iki etkenden birincisini efektif talep kavramını ön plana çıkarmak, ikincisini ise yatırımların yalnızca müteşebbislerin içsel fonlarına bağlı olmadığı, kredi kurumlarının yatırımlardaki fonksiyonunu belirtmek için kullanmışlardır. Ekonomik dalgalanmaların yatırım ve piyasa üzerinde etkili olduğu bu yaklaşımda, tam istihdama varılmadan önce finansal kaynakların üretimden spekülasyona doğru bir hareketi olursa bunun ekonomide daralmalara ve krizlere yol açacağı savunulmaktadır. Ekonominin uzun süre büyüme sağlaması; sermaye donanımı, reel ücret oranları, iş gücü ve teknolojik gelişme düzeyinin yüksek olmasına bağlıdır. Devletin ekonomik hayata müdahalesini savunan bu yaklaşım ticaret ve finans sektöründe büyük firmaların tekelci gücünü azaltmak ve gelir dağılımında adaleti sağlamak amacıyla başta kamu yatırım harcamaları olmak üzere kamu politikalarının aktif bir şekilde kullanılmasını önermektedir.

Yeni Keynesyen yaklaşım, 1980’lerde Yeni Klasik yaklaşımın Rasyonel Beklentiler kavramı ile klasik mikro iktisadın kar ve fayda maksimizasyonu varsayımını dikkate alarak mikro ekonomik esaslar temelinde Yeni Klasik modele karşı ortaya çıkmıştır. Yeni Keynesyen yaklaşım fiyat ve ücretlerin katılığı üzerinde çalışmış ve makro ekonominin mikro temelleri üzerinde çalışmalarına yön vermiştir. Yeni Keynesyen yaklaşım ücret katılıklarını işgücü piyasasının dengesizliğine dayanan modellerle açıklamışlardır. Bu yaklaşımda zımni sözleşme kuramı, ücret katılığını açıklamakta ve ücret katılığının, işverenlerin işçilerin risklerini yüklenerek zımni bir sigorta yaptırmasının bir sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Etkin ücret teorisinde ise işçilerin verimliliği onlara verilen ücretle doğru orantılı olarak kabul edilmekte ve firmaların verimliliğin düşmemesi için işsizliğin ortaya çıkmasını göz önüne alarak, imkanları olduğu halde ücretlerin düşmesine müsaade etmeyecekleri belirtilmektedir. Çünkü düşük ücret; verimliliğin düşmesine, sorumluluk anlayışının azalmasına ve işçilerin firmaya olan bağlılıklarının zayıflamasına neden olur. Bu yaklaşımda, ücretlerin verimlilik düşüren etkisi yeteri kadar büyükse, bunun emek piyasasında arz ve talep dengesinin bozulmasına neden olacağı savunulmuştur.

Fiyat katılıklarını ise, fiyat ayarlamasının yüksek marjinal maliyetine bağlı olarak mal piyasasındaki düzensiz rekabetle açıklamışlardır. Malların fiyatlarındaki değişmelerde monopolcü rekabet ortamında firmaların menü maliyeti ile karşılaştıklarını, yani firmaların fiyatı belirleme ve tekelci güce sahip olduğunu ve fiyat koyucuların dengeyi sağlamaktaki başarısızlıklarını açıklamaya çalışmışlardır.

Yeni Keynesyen iktisatçılar, bazı ekonomik değişkenlerin uzun dönem denge değerlerinin sabit bir düzeyde kalmadığını, mevcut şartların değişmesi durumunda, bu değişkenlerin uzun dönem denge düzeylerinin de değiştiğini iddia etmektedirler. Bu görüş, literatürde "Histeri Hipotezi" olarak bilinmektedir. Bu durumda genişletici politikalar cari, doğal işsizlik oranının azalmasına yol açacak ve genişletici politikaların enflasyonist etkisi işsizlik düştükten sonra ortadan kalkacaktır. Kısacası Yeni Keynesyen yaklaşımın; üretim dalgalamalarını bir yana bırakmaksızın, tam ücret katılığını varsayarak, fiyat ve para arzıyla ilgili kolayca ulaşılabilen bilgiye rağmen ekonominin sürekli eksik istihdam düzeyinde olacağını ve reel ücret hareketleri ile emek piyasasını da içine alarak ekonomik krizleri açıklamaya çalıştığı söylenebilir.

8/16/2012

Yeni klasik yaklaşım, 1961 yılında John Muth tarafından klasik teorinin temel ilkelerini benimseyerek ortaya çıkan yeni bir ekonomik teoridir. Yeni klasik yaklaşım iki temel varsayıma dayanmaktadır. Bunlar; bireyler ellerindeki mevcut tüm bilgiyi kullanırlar ve fiyatlar ile ücretler esnek olduğu varsayımlarıdır. Temel varsayımlardan ilki şöyle ifade edilebilir. Beklentilerin oluşturulması için gereken bilgilerin elde edilmesi sürecinde rasyonel davranış tarzı uygulanmalıdır. Rasyonel davranan bireyler, ekonomik değişkenlere ait beklentileri, elde edebildikleri tüm bilgileri kullanarak ve tutarlı bir iktisadi model çerçevesinde değerlendirerek oluştururlar. İkinci temel varsayım da işsizliğin daima gönüllü olduğunu ve insanların ücretlerin çok düşük olduğunu düşündükleri için işsiz kaldığı savunulmaktadır.


Yeni klasik yaklaşıma göre ekonomi tam istihdamda değilse bu, kişilerin fiyatlar hakkındaki bekleyiş hatalarından kaynaklanmaktadır. Fiyat dalgalanmalarına neden olan hatalar tesadüfidir. Devletin ekonomiyi yanlış yönlendirmesi sonucu fiyatlar ve ücretlerle ilgili dengesizlikler yaşanmaktadır. Bu yaklaşımda ekonomik karar alıcıların sürekli hata yapması söz konusu değildir. Çünkü bireyler rasyonel davranışlara sahiptirler ve yapılan hatalardan çok çabuk ders alırlar.

Bu yaklaşıma göre ekonomide uygulanan politikaların yaratacağı etkiler rasyonel davranışlardan dolayı istenilen sonuçları vermede yetersiz kalacaktır. Devlet; vergiler, kamu harcamaları ve para arzı gibi değişkenleri kullanarak, istihdam, üretim ve fiyat istikrarı gibi ekonomik değişkenler üzerinde etkili olamaz. Bu teoriye göre devlet, kuralları belirlememeli ve bireyler de olası sonuçları önceden anlamaya çalışmalıdır. Bireyler bu yaklaşıma göre, para ve fiyatlar arasındaki ilişkiyi anlayarak bilgilerini sürekli olarak reel ve nominal değişmeler arasında ayrım yapmak için kullanırlar. Bundan dolayı kısa dönemde para yansız olup, para arzı dalgalanmalarının beklenen kısmı fiyatları etkilerken, beklenmeyen kısmı ise ekonomiyi reel açıdan etkilemektedir. Bu yaklaşımdan dolayı, hem Keynesyen hem de Monetaristlerin fiyat beklentilerinin kısa dönemde sabit kaldığı varsayımını eleştirmişlerdir. Ekonomide görülecek herhangi bir krizi paranın etkilerine bağlayarak, devletin istihdam ve üretimi artırmak için para ve maliye politikasını kullanmasının gereksiz olduğunu savunmuşlardır.

Neoklasik yaklaşımın tam bilgi kuramı varsayımı yerine yeni klasik yaklaşımda haber alma mükemmel değildir tezini savunurlar. Yeni Klasiklere göre ekonomideki krizlerin çoğu yetersiz bilgilenme sonucu oluşan yanılgılardan meydana gelmektedir. Ancak yanılgıların fark edilmesiyle ekonomi yeniden doğal dengesine gelecektir. Ekonomi ile ilgili her birimin gelecekle ilgili rasyonel beklentileri olduğu ve sistematik hata yapmadan ekonomik birimlerin yetersiz bilgilenmesinden kaynaklanan yanılgılar sonucu krizlerin olabileceğini savunmuşlardır.

Yeni liberal yaklaşımı oluşturan; Monetarizm, Arz Yanlı ve Yeni Klasik Yaklaşıma göre, ekonomik krizler veya istikrarsızlıklar devletin izlemiş olduğu para ve maliye politikalarının yanlış uygulamalarından kaynaklanmaktadır. İşsizlik ve enflasyon gibi makroekonomik sorunların ortaya çıkmasının nedeni piyasaya dışarıdan çoğu zaman para ve maliye politikaları ile yapılan müdahalelerdir. Ekonomik krizden çıkmanın yolu olarak, devlet ekonomiye müdahale etmemeli ve ekonomiyi piyasa kurallarına göre liberalize etmelidir.

8/02/2012

1929 krizini izleyen süreçte, Gelişmiş Ülke (GÜ)’lerde meydana gelen şiddetli depresyon ve işsizlik karşısında, o güne kadar geçerli olduğuna inanılan klasik ekonomik anlayışın yetersiz kalması, bu yaklaşıma karşı çıkan talep yanlı Keynesyen yaklaşımın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Klasiklerin iddia ettiği gibi, ekonominin kendinden dengeye geleceği, tam istihdamın otomatik olarak sağlanacağı görüşünü reddeden ve Say yasasının geçersiz olduğunu belirten Keynes, yatırım ve tasarruf eşitliğinin de her zaman gerçekleşmediğini ileri sürmüştür. Keynes, kuramında iktisadi faaliyet düzeyini beş değişkene bağlamaktadır. Ekonomik sistemin işleyişinde belirtilen bu değişkenler; milli gelir, istihdam, tüketim, yatırım ve faiz oranlarıdır.


Keynes’in çıkış noktası, ekonomide toplam istihdam ve milli gelir düzeyini belirleyen efektif taleptir. Efektif talep, girişimcilerin belli bir üretim düzeyinde öngördükleri tüketim ve yatırım harcamalarının toplamından oluşan, başka bir ifadeyle, cari işlemler düzeyinde talep edilecek olan tüketim ve yatırım mallarının toplamıdır.

Kesnesyen yaklaşımda, istihdam seviyesinin efektif talebe, efektif talebin de tüketim ve yatırım harcamalarına bağlı olduğu, eksik istihdamda denge oluşmasının nedeninin eksik efektif talep olduğu ifade edilmiştir. Keynes, ekonomide iradi işsizliğin yanında gayri iradi işsizliğin de var olduğunu belirtmiş ve klasiklerin, ücret emeğin marjinal hasılasına eşittir görüşünü, istihdam düzeyini emeğin veriminin reel ücreti de efektif talebin belirlediği görüşüyle eleştirmiştir. Keynes, klasiklerin piyasa ve fiyat mekanizmasına bağladıkları denge koşulunu milli gelirdeki değişmelere dayandırmaktadır. Klasik yaklaşımda ekonominin itici gücü arz yönlüyken, Keynes’te milli gelir düzeyi ve milli gelirle doğru orantılı olan istihdam düzeyi, yatırım ve tüketim harcamalarından oluşan toplam talebe bağlıdır. Tüketim harcamaları tüketim eğilimine, yatırım harcamaları da sermayenin etkinliği ve faiz oranlarına bağlıdır. Keynes’e göre, sermayenin marjinal verimliğindeki değişim, yatırımcıların gelecekle ilgili kararlarını, bu kararlar da efektif talep ve faiz oranlarını belirlemektedir. Eğer faiz oranları sermayenin marjinal verimliğinden büyükse, sermayeye gereksinim ve buna bağlı olarak da yatırım oranlarında bir düşüş yaşanır.

Klasik teoride para arzı ve para talebi fiyat seviyesini belirlemektedir. Paranın miktar teorisine göre para arzındaki değişmeler fiyat düzeyiyle doğru orantılıdır. Bunun nedeni paranın dolaşım hızının sabit olarak varsayılmasıdır. Keynes’in para konusunda klasiklere yaptığı ilk eleştiri paranın dolaşım hızının sabit olmadığı konusundadır ve para arzı artıkça paranın dolaşım hızı düşmektedir. İkinci önemli eleştirisi ise para talebinin amaçlarına ilişkindir. Keynes, paranın ihtiyat, mübadele ve spekülasyon amaçlı olarak talep edilebileceği ve klasik teorinin aksine para talebinin faiz oranlarından etkilenebileceğini belirtmektedir.

Bu yaklaşımda faiz oranı, para arzı ve para talebi tarafından belirlenmektedir. Para arzı devlet tarafından kontrol edildiğinden otonomdur. Paranın spekülasyon amaçlı talep edilmesinin sebebi, gelecekteki belirsizlikten sermayenin kar elde etmesinden kaynaklanmaktadır. Yatırımcıların gelecekle ilgili beklentilerindeki belirsizlikler ekonomik krizlere ve ekonomik daralmalara yol açmaktadır. Bu durumda ekonomik krizler, yatırımların gelecek de sağlayacağı kar oranının ne olacağına ilişkin bekleyişlerdeki değişmelerden kaynaklanmaktadır.

Ekonomide faiz oranlarını yatırım ve tasarruflar dengeye getirecektir. Keynes’e göre, faiz tasarrufun değil, likiditeden vazgeçmenin bedelidir. Faiz oranlarının düşmesi sermayenin marjinal etkinliğini artırarak, yatırımların artmasına neden olabilir. Ancak ekonomide faiz oranlarının düşebileceği belli bir nokta vardır ve bu noktadan sonra faiz oranları ne kadar düşerse düşsün yatırımlarda bir artış yaşanmayacaktır. Bu noktada, sermayenin marjinal etkinliği ile faiz arasındaki fark ortadan kalktığı için ekonomik krizlerin yaşandığı öne sürülmüştür. Bu durumda devletin ekonomiye müdahale ederek sermayenin marjinal verimliliğini artırması gerekmektedir. Keynes, spekülatif amaçlı para talebiyle faiz arasında ters ilişki olduğunu belirtmiş, bunu da likidite tercihi olarak tanımlamıştır. Likidite tercihini cari faiz oranlarıyla ve sermayenin marjinal etkinliğiyle ilişkilendirmektedir. Faiz oranı artarsa elde para tutmanın maliyeti yükseleceğinden kişiler tahvil gibi getirisi yüksek olan sermaye dışı yatırımlara yönelecekler ve para talebi düşecektir. Faiz oranı düşerse, kişilerin tahvillerden elde edecekleri getiri azalacağı için para talebinde artış meydana gelecektir. 

Keynes para politikasının efektif talebi canlandırmada maliye politikasına yardımcı bir araç olabileceğini belirtmiştir. Para politikası ile toplam talebin genişletilmesi, işsizliğin sona erdirilmesi ve reel gelirin yükseltilmesinin mümkün olmadığını belirtmiştir. Ekonomik krizden çıkış ve ekonominin tekrar canlanması için maliye politikasının, özellikle de kamu harcamalarının kullanılması gerektiğini savunmaktadır. Sonuç olarak Keynes, toplam talebi artıran kamu harcamalarını, krizin çözümünde ve tam istihdam dengesinin sağlanmasında en önemli araç olarak görmektedir.
A call-to-action text Contact us