Kapitalist
sistem, serbest piyasa ve demokrasi kavramları, hemen hemen birbirinin yerine
kullanılabilecek kadar eş anlamlı olarak algılanmakta ve biri olmadan diğeri ya
da diğerlerinin olamayacağı sanılmaktadır. Üstelik, piyasa kavramının başına
bir de "serbest" ifadesi getirilerek, bu konudaki tüm olası
eleştiriler de önlenmektedir.
Piyasa, gelir
ve kaynak dağılımını gerçekleştirmek için kullanılan bir araçtır. Bu araç, salt
kapitalist sisteme özgü olmadığı gibi, kapitalist sistemde piyasa, monopoller
nedeni ile daraltılmaktadır. Piyasa daraldığı derecede de, ekonomik ve diğer
haklar tahdide (daraltma, sınırlama) uğramaktadır. Batı dünyasında
geliştirilmiş olan bireylerin yasal haklan ve özellikle de 1940'lardan sonra
gündeme gelmiş olan sosyal hak kavramları, hep piyasa sisteminin ortaya koymuş
olduğu olumsuzlukları gidermeye yönelik önlemlerdir. Birer hak olarak
toplumlara sunulan bu önlemler, ortaya çıkmış olan bozuklukların en iyi birer
kanıtıdır.
Piyasa diye algılanan
sistem içinde, ekonomik güçler öbeklenip, insanların hukuk sistemi karşısındaki
haklarını da tehdit etmeye başlayınca, siyasal bir çözüm geliştirildi;
insanların yasalar karşısında eşit olduğu ileri sürüldü. Ne var ki, karşısında
herkesin eşit olduğu ileri sürülen yasalar, eşitler tarafından ve eşit koşullar
altında yapılmılmiyordu! 1980'ler Türkiye'si bu tür sosyo-ekonomik
yapılanmaların harika bir örneğini oluşturmaktadır. Bir grubun vergi vermeme
eylemi haklı davranış olarak kabul edilirken, başka bir grubunki kaçakçılık
olarak algılandı. Çünkü birinci gup eylemlerinin yasal temellerini
oluşturabilecek kadar güçlü; diğeri ise, görece zayıf idi.
Kendilerini
piyasa ekonomisti olarak tanımlayan bir grup iktisatçı, gelir ve kaynak
("kaymak") dağılımında piyasanın tek kurum olmadığı, bunun yanında,
başta politik kurumlar olmak üzere, birçok kurumun söz konusu olduğunu ileri
sürmektedir. Hiç kuşkusuz, siyasal partiler, bu arada siyasal karar gücü çok
önemlidir. Bu görüş, piyasa gücünün yanına diğer güçleri de koyarak, piyasanın
gücünü demokratik düzeye çekiyor görüntüsü veriyorsa da, aslında başka bir
gerçeği vurguluyor: ekonomi ile siyasetin çakışması!
Türkiye 30
Mart'ta bir yerel seçim, akabinde Cumhurbaşkanlığı seçimi yaşayacak. Muhtemel
olarak, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki gelişmelere bağlı olarak, bir de
parti başkanlığı seçimi ve genel seçim (Başbakanlık "seçimi
/ataması") yaşayacak. Olan ve olması beklenen bu siyasal olayların ne
boyutu ile klasik demokrasiye uygun olduğu ya da ne kadarı ile manipüle
ediliyor olduğu fazla belli değil. Çünkü, eğer olaylar manipüle ediliyor ise,
zaten gerçek boyutu ile halk tarafından algılanmıyor, demektir. Buna rağmen,
tüm perdelemelere karşın, sisler arasında bazı ipuçları görülebilmektedir.
Cumhurbaşkanlığı halk oylaması arifesinde, bir Devlet Bakanı/bir
Milletvekili/bir gazeteci, kendisine devlet görevi edinerek uzak diyarlara
gider ve şu anda siyasal aktif gücü olmayan bir kişiden, şu veya bu kişinin
Cumhurbaşkanlığının doğal olacağı mesajını alır ve yemeden-içmeden bu haberi
sevgili Türk seçmenlerine ulaştırır. Böylece Batı, sadece haberin içeriği ile
ilgili değil, fakat haberin taşıyıcısı ile de önemli mesajlar vermiş olur. Bu,
sisler arasında görülenlerden sadece bir tanesi. Daha birçok böylesi var!
Parti
başkanlığı ve dolayısıyla Başbakanlık yarışı da, anlaşıldığı kadarı ile iç ve
dış güçlerle dostça dayanışma içinde yürütülecektir. Globalleşen bir dünyada,
bir ülkenin, diğer ülkelerin olası tepkilerini dikkate alarak karar vermesi
sadece olağan değil, doğrudur da. Yanlış olan: ülke halkını ikinci plana
iterek, ülke içi dar gruplar ve dış çevrelerle karar oluşturma stratejisi
gelişmektir. Böyle bir yola girmenin nedeni ekonomiktir; Cumhurbaşkanlığına
giden yoldan, Başbakanlık hesaplarına dek tüm stratejiler, ekonomik çıkar
çevrelerine göre yapılmaktadır. Bunun önemli bir kanıtı; işbaşında bulunanların
icraatı ortada iken, bunların tekrar hükümete talip olmalarıdır. Bu noktada
siyasal karar organlarının asıl amacı sezilmektedir. Yine aynı noktada, icraatın
kimler tarafından nasıl algılandığı ve değerlendirildiği de açıkça
görülmektedir. Enflasyon, çarpık vergi düzeni, işsizlik vb. gibi çok ciddi
sosyo-ekonomik sorunlar, tehlike, boyutlarına gelmemek koşulu ile, aslında bir
gruba yarar sağlamaktadır. Başka bir açıdan bakıldığında, bu sorunların
çözümüne girişmek, bugünkü hakim gruplardan kaynak aktarımına neden olacaktır.
Bu nedenle, söz konusu yaraları sarmak bir tarafa, etkili grupları incitmemek
için, bunları fazla kurcalamamak gerekiyor.
Ne var ki, bu
konuları gerçekte kurcalamamak gerekmekle beraber, bunlarda uyanık olmak ve
hatta sosyal demokrat bir görüntü vermek de gerekiyor. Böylece, hem sosyal
demokrat ya da sol grupların siyasal karar örgütlerini ele geçirmeleri
önlenmiş, hem de uygulanan sistem yumuşatılmış olacaktır. Ayrıca, olası bir
sosyal tehlike de önceden sezilerek, bunun önüne geçilmiş olunacaktır. Bu
nedenle, iktidarda olmak gerekiyor, onu paylaşmak değil! Terslik şurada ki;
galiba bu ilke fazla demokratik değil. Peki, kapitalist sistem uygulanmıyor mu?
Ya da serbest piyasa düzeni yok mu? O zaman demokrasi nasıl işliyor?
Demokrasiyi bir tarafa bırakalım da, diğer ikisi de çok şüpheli
görünüyor!


0 comments:
Yorum Gönder