:::: MENU ::::

Daha çok ekonomi, az çok da üstüme vazife olmayan şeyler ...

4/14/2010

Hem 1929’da hem de 2008’de bir kredi patlaması, aşırı harcama ve talep artışı söz konusudur. 2008’de
de emlak piyasası oldukça ısınmış ve balon oluşmaya başlamıştır. FED her iki kriz öncesi de faizleri düşük tutarak balona izin vermiştir. 

Bir diğer ortak nokta her iki krizin de temelinde bankacılıktaki yapısal kusurların olmasıdır. 1929 krizinde önce finans sistemine güvensizlik doğmuştur. Sistemin en zayıf noktası pazarın yüzde 39,6’sını oluşturan küçük bankalardır. İngiltere, Kanada ve Fransa’da Amerika’ya göre daha büyük bankalar olduğundan böyle sıkıntılar yaşanmamıştır. 1933 sonunda iflaslar ve birleşmeler sayesinde mevcut banka sayısı yarıya inmiştir. 2008 krizine damgasını vuran ise “gölge bankacılık” tabiriyle anılan, banka olmamalarına rağmen benzer araçlar kullanabilen aracı kurumlardır. Kısa vadede borçlanıp uzun vadede kredi sağlayan bu kuruluşlarda yaşanan ilk iflaslar, güven sorunu yaratmıştır. Ardından bu kuruluşlarda toksik varlık olduğu endişesi, birçoğunu iflasa veya büyük bankalarla birleşmeye itmiştir. 

Finans kökenli başlayan her iki kriz de reel sektörde ciddi etkiler yaratmıştır. Bu etkileri açıklayan iki farklı görüş mevcuttur. Birincisi, belirsizlik hipotezidir. Buna göre finansal sektördeki dalgalanmalar, dayanıklı tüketime olan talebin ertelenmesine yol açmaktadır. 1929 ve 2008 krizinde otomotiv satışlarını düşmesi ve sektörün sıkıntıları bu şekilde açıklanmaktadır. Daha fazla rağbet gören ikinci açıklama ise artan kredi aracılık maliyetleridir. Bu maliyetler kredi arzının kısılıp yatırımların azalmasına yol açmıştır. Banka paniklerinde gözlemleme masrafları artar, risk algılaması yükselir ve kredi arzı kısılır. Bunun iki sonucu, daha maliyetli krediler ve risk algısından doğan kredi alamama olasılığının yükselmesidir. Her iki krizde de benzer durumlar görülmüştür.

1929 ve 2008 Ekonomik Krizleri Arasındaki Farklılıklar

Farklılıklar açısından ilk göze çarpan 2008’de 1929’a nazaran para arzını arttırma konusunda çok daha hızlı karar alınmasıdır. Krizle birlikte FED, saklama kuruluşlarının gecelik faize ve ceza oranına bağlı borçlanmasını 30 güne (Ağustos, 2007) ardından da 90 güne (Mart, 2008) çıkarmıştır. Sonrasında bu kuruluşlara likidite kaynağı olarak “Term Auction Facility” (TAF) kurumunu oluşturmuştur. Bear Stearns’ın iflası, yardımın kapsamını genişletmiş ve “Primary Dealer Credit Facility”i (PDCF) inşa edilmiştir. Bu kurum, önemli oyuncuların gecelik borçlanmaya yapmalarına olanak vermiştir. Ayrıca likidite sağlamak için “Term Securities Lending Facility”(TSLF) kurulmuştur. 2008 Eylül’ünde Lehman Brothers’ın çöküşü “Asset-Backed Commercial Paper Money Market Mutual Fund Liquidity Facility” (AMLF) oluşmasına yol açmıştır. AMLF sayesinde bankalar, para piyasası fonundan ticari kağıt alarak borçlanabilmektedir. Bunlara ek olarak Ekim 2008’de yatırımcılara likidite sağlamak için kurulan “Money Market Investor Funding Facility” (MMIFF) ve “Commercial Paper Funding Facility” (CPFF), Kasım 2008’de küçük işletmelere ipotek teminatlı menkul kıymetler aktarmak için oluşturulan “Term Asset Backed Secırities Loan Facility” (TAFL) FED’in müdahaleleri arasında yer almıştır.

İkinci temel fark, 1929 krizindeki korumacılık politikalarıdır. Gerek işsizliği önlemek gerekse yerel ekonomiyi savunmak için 1929’da devletler böyle bir yol izlemiştir. Ancak 2008 krizinde böyle tarifeler söz konusu değildir.

Sonuç olarak derinlikleri ve kapsamları itibariyle bu iki kriz karşılaştırılmış ve özellikleri incelenmiştir. Bu inceleme, çalışmanın konusu olan 2008 krizini açıklamada yardımcı olacaktır. 2007 yılı Ocak ayı ile 2008 Ekim’i arasında ABD ve AB kökenli yüksek riskli konut kredilerinden zararı 586 milyar dolar, bu tarih itibariyle krizin toplam hasarı ise 3.5 trilyon doların üstündedir. Birçok araştırmacı, bu bilançonun nedenlerini aydınlatmaya çalışmıştır. 

4/12/2010

Kronolojik gelişimi 1929 krizinden başlatmak en doğru seçenektir. Çünkü, 2008 krizi için gerekli ortamı hazırladığı iddia edilen 1933 yılındaki Glass Steagal Sözleşmesinin kaldırılması, bu krizin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tıpkı din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gibi Glass-Steagal anlaşması da ticari bankacılıkla yatırım bankacılığını birbirinden ayırmaktadır. Bunun ardından 1938’de daha sonra Fannie Mae adını olacak Federal National Mortgage Association (Federal Milli İpotek Kurumu) Amerikan hükümeti tarafından kurulmuştur. Amacı, ipotekleri alıp birer menkul değer olarak satmaktır. 1968’de kongre kararıyla kamudan bağımsız bir Kamusal Kefalet Teşebbüsü’ne dönüştürülmüştür. 

1970 yılında ikincil ipotek piyasasına destek vermesi amacıyla oluşturulan Freddie Mac’in de görevi, ipotekli kredileri ikincil piyasada satın alıp bir havuzda toplamak ve bu havuzu İpoteğe Dayalı Menkul Kıymet olarak yatırımcının erişimine sunmaktır. Bu iki kurum, pazardaki diğer oyunculardan farklı olarak Hazine’den doğrudan kredi alabilme yetkisine sahiptir ayrıca devlet ve gelir vergisi ile banka düzenlemelerinden muaftır. Her ne kadar devletten aksi yönde açıklamalar gelse de, bu kurumların ihraç ettiği menkul değerlerin devlet garantisinde olduğuna dair yanlış bir algı mevcuttur. Böylece 1970’lerde ipotekleri menkulleştirmeye başlayan Fannie Mae ve Freddie Mac, 1990’ların ortasında pazarın en büyük oyuncuları haline gelmişlerdir. Mart 2010 itibariyle sadece son 18 ayda Fannie Mae ve Freddie Mac’in kurtarılması, ABD’ye aylık 6 milyar dolara mal olmuştur. 

Diğer yandan ABD devleti, 1974 yılında finansal kurumların kredi verirken din, dil ve ırk ayrımı yapmamaları için Eşit Kredi Fırsatı Kanunu (Equal Credit Opportunity Act) kabul edilmiştir ve daha fazla kredi kullanılmasını teşvik edilmiştir. Bunun yanı sıra araştırmacıların krizle ilgili en çok eleştirdiği kanunlardan Toplumsal Yeniden Yatırım Yasası (Community Reinvestment Act) 1977 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu yasanın amacı, finans kuruluşlarının düşük gelirli gruptan gelen kredi taleplerini sağlıklı biçimde değerlendirip uygun biçimde karşılamasına teşvik etmektir. Bunu beş yıl sonra, eyaletler arası farklı uygulamalara son veren Alternatif İpotekli Kredi Parite Yasası (Alternative Mortgage Transactions Parity Act) izlemiştir. Bu yasa sayesinde değişken oranlı ipotek kredileri, balon ödemeler ve negatif amortisman lar ortak standartlara oturtulmuştur. Arkasından 1986’da eve yatırım yapan vatandaşlara vergi avantajı getirilmiştir aynı durum taşıt kredisi alanlara uygulanmamıştır. 1995 yılında Toplumsal Yeniden Yatırım Yasası’nda bir takım değişiklikler yapılmıştır.
  
Bu değişiklikler, bankaların kredi vermelerindeki başarılarından çok değerlendirme ve kredi tahsisi konularına odaklanmıştır. Bu noktada bankaları, borç verme, yatırım ve hizmet testlerine tabi tutmuştur. Bu uygulamanın krizle bağı şöyle açıklanmaktadır: 1995 yılında 1977 tarihli yasanın kapsamı genişletilmiştir. Kimi eleştirmenler bunu, kredilendirme standartlarının oldukça esnetilmesi ve yüksek riskli ipotekli kredilerin verilmesi için yol yapılması olarak değerlendirmektedir.

2008 Krizinin Kronolojisi

Araştırmacılar 2000 yılında patlak veren Nokta-Com krizini, 1995’te başlatılan gevşek para politikasına dayandırmaktadır ve bu gevşek para politikası, 2008 krizindeki likidite şişmesine de sebep olmuştur. FED, kırılganlık ve belirsizlik olduğu dönemlerde faiz oranlarını değiştirmektedir. 1998’de makro hedge fonlardan biri olan Long Term Capital Management’ın 3,75 milyar dolarlık iflasıyla faizleri düşürmüştür. 1997 yılında ikinci konut alanlara vergi teşviği yasasına göre gayrimenkul gelirleri vergiden muaf hale gelmiştir. Bu dönemde ipotek kredili konut finansmanı başvurularının yüzde 71’i kabul edilmiştir.

1999 yılı iki önemli gelişmeye sahne olmuştur: Eylül ayında Fannie Mae, peşinatları düşürmek gibi kolaylıklar sağlayarak kredi alma koşullarını esnetmiştir. Bu pilot programa 24 bankayla başlayan Fannie Mae’nin çalışmaları sayesinde ipotekli konut kredisi alan Afrika kökenli Amerikalılarda yüzde 71,9, Asya kökenli Amerikalılarda yüzde 46,3 ve Hispanik olmayan beyaz Amerikalılarda yüzde 31,2 oranında bir artışa neden olmuştur. Aynı senenin Kasım ayında ise daha sonra çok tartışılacak olan Gramm-Leach-Bliley Yasası veya diğer adıyla Finansal Modernizasyon yasası çıkmıştır. Bu yasa sayesinde bankaların faaliyet alanları çeşitlendirilmiş ve genişletilmiştir.

FED, bu dönemde gevşek bir para politikası izlemiş ve 2000 Mayıs’ında yüzde 6,5 olan faizler, 2001 Aralık ayında yüzde 1,75’i bulmuştur. 18 aylık bu seri işlemleri takiben yüksek riskli ipotekli konutlara olan talep artmıştır, nitekim 1994 yılında 40 milyar ABD doları olan piyasa hacmi, 2000 yılında dört katına çıkmıştır. George W. Bush, 2010’a kadar en az 5,5 milyon ailenin ev sahibi olacağını söylemiştir. 1997’de yüzde 71 olan kredi alma oranı yüzde 86’ya çıkmıştır. 2003 Haziran’ında faiz oranları son 45 yılın en düşük seviyesine, yüzde 1’e gerilemiştir. 2004 yılına gelindiğinde ev sahipliği oranı yüzde 69’u bulmuştur. Aynı yılın Ekim ayında krizin her aşamasında ismi duyulacak beş firma; Goldman Sachs, Merill Lynch, Lehman Brothers, Bear Stearns ve Morgan Stanley’nin sermaye yeterlilik oranları FED tarafından aşağı çekilmiştir. Krizi pratik olarak tetikleyen nokta, 2005 yılında  Tasarruf Kuruluşlarını  Denetleme  Bürosu’nun  kredilendirme  koşullarını kısıtlandırması olmuştur. Böylece küçük bankalar toplumsal yeniden yatırım yetkilerini kaybetmiştir çünkü bu işlemler için 1 milyar dolarlık aktife sahip olma sınırlaması getirilmiştir. Kredi sayısının azalmasını 2005’in dördüncü çeyreğinde ve 2006’nın birinci çeyreğinde ev fiyatlarının yüzde 33 azalması izlemiştir. İlk iflas, 2006’da Merit Financial Inc. ile gerçekleştirmiştir, önce 410 çalışanının 80 tanesini işten çıkaran şirket sonra pazar payının yüzde 40’ını kaybetmeye dayanamamıştır. 2007 yılına gelindiğinde ev satışlarında 1989 yılından beri yaşanan en sert düşüş yaşanmaktadır ve kriz bu yıl derinleşmeye başlamıştır. 

4/04/2010


O zamanki adıyla B.Almanya ya da Alman Federal Cumhuriyeti, Doğu Almanya ile birleşmişti. 
Bundesbank, zaten enflasyon konusunda bütün Avrupa’nın en 'ta­kıntılı' merkez bankası sayılıyordu. Almanya 1920’lerdeki hiper-enflasyonu ve o za­manki Reichmark’ın yıkılışını hiç unutmamıştı. Bu birleşmenin gerektiği yüksek devlet harcamalarının yüksek enflasyona yol açmaması için faiz oranlarıni yüksek seviyelere çıkarmıştı. Halbuki o sırada ortak bir euro para birimi yoktu. EMS denilen ve üye ülkelerin paralarının birbirine göre oldukça dar bantlarda dalgalanabilmelerine olanak veren bir para sistemi uygulanıyordu. Bu sistem ise ülkelerdeki faiz oranlarının de belli bir uyum içinde olmasını gerektiriyordu. Bu sistem 1979’da başlamıştı, amaç bu dalgalanma aralığını zaman içinde iyice daraltıp sonunda euro’ya yani tek para birimine geçmekti. Başlangıçta elbette sorunlar çıkmış pek çok ayarlamalar (realignments) gerekmişti. Fakat 1987’den sonra sadece iki ufak ayarlama gerekmişti. Her şey yolunda gözüküyordu ve euro’ya geçmek için bantları yeniden daraltmanın zamanının geldiği konuşuluyordu. Tam bu sırada fırtına koptu.

Almanya’nın yüksek faiz oranları ve dolayısıyla diğer ülkelerle arasındaki pozitif faiz farkının mevcut bantların içine sığan bir döviz kuru sistemini sürdürmeye el vermeyeceği açıktı. Öte yandan diğer Avrupa ülkeleri işsizlik problemiyle uğraşıyordu ve faiz oranlarını artırmak da işlerine gelmiyordu. Onların faiz arttırmaktaki tereddütleri uluslararası spekülatörlerin bu ülkelerde devalüasyon beklentisine girmesine neden oldu. 8 Eylül 1992'de bir devalüasyonun geleceği üzerine yapılan ilk büyük spekülatif atak başladı. Daha üç gün önce AB maliye bakanları İngiltere’de toplanıp mevcut paritelerin devam ettirileceğini ilan etmişlerdi. Hedef özenle seçilmişti: İskandinav ülkelerinin para birimleri. Çünkü bu ülke para birimleri sadece EMS para sisteminin kısıtlamalarına tabi olmakla kalmayıp aynı zamanda Alman DM’ına karşı da çapalanmışlardı (pegged).

Finlandiya merkez bankası belki de akıllıca bir karar verdi ve direnmekten he­men vazgeçti. İsveç diğer yolu seçti. Faiz oranlarını %24 artıran İsveç, o noktada da tutunamadı.

İkinci atak Eylül 10-11 günlerinde İtalyan Lirası’nı hedef aldı. İtalyan Lirası 13 Eylül’de DM karşısında %7 devalüe edildi. Üçüncü ve asıl spekülatif saldırı 16-17 Eylül’de başladı. Bu kez hedef hem İngiliz Pound’u hem de İtalyan Lirası’ydı. Bu iki ülke direndilerse de sonraki haftalarda iki para birimi de DM karşısında %15 civarın-da değer kaybetmekten kurtulamadı.

Spekülatif saldırı yüzünü yeniden kurunu korumaya çalışan İsveç’e döndü. Koruma çabası faiz oranlarının gecelik %500’e çıkmasına yol açtı. İrlanda da aynı yolu seçti ve faizleri %300’e çıktı. İspanya EMS içinde kalmayı sürdürdü ama Peseta’yı %5 devalüe etti.

20 Eylül’de Fransa’daki referandum’da Maastricht Anlaşması az farkla da olsa onaylandı. Tek para birimine geçiş takvimini de düzenleyen bu anlaşmanın reddi krizin kötüleşmesine neden olabilirdi. Az farkla da olsa kabul oyu spekülasyonun hızını biraz kesti. Ancak Frank’a karşı yürütülen spekülasyon 23-28 Eylül arası da devam etti. Buna rağmen Banque de France kısa vadeli faiz oranlarını %2,5 artırdı. İspanya sermaye akımlarına kontroller uygulamaya başladı.

Eylül ayının sonu gibi kriz, yani akut bunalım bitti. İki ülke EMS sisteminin dışı­na çıkmış, pound ve İtalyan Lirası dalgalanmaya bırakılmış; İspanya ancak devalüasyon pahasına sistemde kalabilmiş; diğer ülkelerin çoğu paritelerini korumuş ancak çok yüksek faiz oranlarına katlanmak zorunda kalmıştı ( Blanchard, 2000: 408). Biten aslında sadece krizin 1. dalgasıydı. Çünkü hala Almanya’nın yüksek faiz oranları sorunu olduğu yerde duruyordu. Kasım 1992’de 2. spekülatif dalga başladı. Bu kez başlıca hedefleri İspanyol Pesetası, Portekiz Escudosu ve İsveç Kronuydu. Mayıs 1993’te Peseta ve Escudo yeniden devalüe edildi. Temmuz 1993’te 3. spekülatif dalga başlayınca, EMS'nin kuralları değiştirildi; tek para birimine giden takvimde bir geri adım atıldı ve EMS’nin bantları +/- %15 seviyesine kadar genişletildi. Bunun üzerine spekülatif atakların sonu geldi ve bu geniş bantlı EMS Ocak 1999’da tek para birimi euronun kullanıma girmesine kadar yürürlükte kaldı (Blanchard, 2000: 409).

Bu krizin zararları o zaman sanıldığı gibi sadece AB ülkeleri için olmadı. Bu operasyonlar sonucu büyük para kazanan spekülatörler aynı yöntemleri daha sonra Asya ülkelerinde deneyeceklerdi. Böylece usulünce halledilememiş bir krizin daima bir başka krize yol açacağı dersi kendini bir kez daha öğretecekti. Yine bu yaşanan olaylar krizin bir hastalık gibi, benzer olduğu düşünülen bünyeler (ülkeler) arasında ne kadar hızlı yayılabildiği konusunda da iyi bir dersti. Ancak gerek bu kriz ve gerek ise sonraki Asya krizi bu tür yayılmaların sadece benzer ülkeler arasında ve sadece döviz piyasaları gibi yüksek volatiliteye sahip piyasalarda mümkün olduğu izlemini yaratarak yanıltıcı oldu.

1987 Krizi borsalarda yaşanmıştı ancak 1992-93 Krizi sonraki 1997 Asya ve 1988 Rusya Krizleri gibi döviz kurları üzerinde yaşandı. 2007/8 Krizi’nde döviz kurla­rında büyük çaplı bir sıkıntı yaşanmadı. Çünkü hemen bütün ülkeler esnek döviz kurlarına geçmişti ve spekülatörlerin yıkmak için saldıracakları sabit duvarlar yoktu. Buna karşılık 2007/8 krizinde hükümetler döviz kurlarıyla değil ama devlet borçlarıyla sorun yaşadılar.

A call-to-action text Contact us