Finansal piyasalarda yaşanan
gelişmeler ekonominin geneli üzerinde önemli etkilere neden olmaktadır. Bu
nedenle piyasaların sağlıklı işleyişi, istikrarlı bir ekonomik sistem için
büyük önem taşımaktadır. Özellikle Gelişmekte Olan Ülke (GOÜ)’lerde finans piyasalarında
sürekli istikrarın sağlanması ve korunması her zaman mümkün değildir. Günümüzde
Gelişmiş Ülke (GÜ)’lerde de ekonomik istikrarın sağlıklı bir şekilde
korunamadığı son küresel krizde ortaya çıkmıştır.
2007 yılı ortasından itibaren kendini hissettiren ve 2008-2009 yıllarında şiddetlenen ekonomik kriz ABD’den başlayarak dalgalar halinde birçok ülkeyi etkisi altına almıştır. Ekonomik kriz dünyada görülen 1929 Ekonomik Buhranı’ndan sonra etkileri açısından yaşanan en büyük kriz olarak adlandırılmaktadır.
Thomas Friedman ve John McCain gibi önemli araştırmacılar krizin
temelinde Wall Street’te yaşanan açgözlülük ve yolsuzluk olduğunu dile
getirmektedir. Stiglitz ve Akerlof bunu bir adım daha öteye taşıyarak tüm
krizlerin temelde ilkesiz bir çıkarcılık, yolsuzluk ve haksızlıktan
kaynaklandığını söylemektedir. Bu motifler, insani mükemmelliğe duyulan şüpheyi
ve kriz algısını tetiklemektedir. Krizin temelini araştırırken yatırımcılarda
görülebilecek bu temel davranış motiflerinin yanı sıra 30 yıl boyunca yapılan
bir takım politik manevraların da değerlendirilmesi gereklidir.
ABD ölçeğinde bakıldığında iki kritik karar mevcuttur: Birincisi,
1970’lerde hisse senedi alışverişindeki komisyonların deregüle edilmesidir.
Sabit komisyon döneminde yatırım bankaları hisse senedi ticaretinden tatmin
edici bir kar elde edebilmektedir. Ancak deregülasyondan sonra düşük maliyetli
brokerların pazara girmesi, rekabeti arttırmış ve yatırım bankalarının
marjlarını kısmıştır. İkinci kritik karar ise 1990’larda ticari bankalar ve
yatırım bankaları arasındaki sınırları çizen Glass-Steagall kısıtlamalarının
kaldırılmasıdır. Bu sayede ticari bankalar ve hatta AIG gibi sigorta
şirketleri de yatırım bankalarının işlerini yapar ve yatırım pazarından pay
alır hale gelmiştir. Yatırım bankaları da hayatta kalmak adına bu duruma yeni
iş kolları yaratarak ve karmaşık türev ürünler üreterek karşılık vermiştir.
Kaldıracın daha fazla kullanıldığı, finansmanın para piyasalarından
karşılandığı ve karlılık yaratan bu ürünler aynı zamanda krizin iki
tetikleyicisi; "üret ve dağıt" modeli menkulleştirme ve aşırı
kaldıraç kullanımına yol açmıştır.
Diğer yandan şunu da belirtmek gerekir ki bu politikalar, bugünkü
sonuçları hesaba katılmadan üretilmiştir. Deregülasyonun amacı, küçük
yatırımcıların daha az maliyetle piyasaya girmesidir. Ancak her şey düşünüldüğü
gibi olmamış ve bu durum yatırım bankalarını daha fazla risk almaya itmiştir.
Benzer şekilde Glass-Steagall kısıtlarının kaldırılmasından da bir
mantık vardır. Ticari ve yatırım bankalarının birleşmeleri, finansal kurumların
işlerini çeşitlendirmelerine yardımcı olacaktır. Ticari bankacılık sayesinde
yatırım bankaları İşlemlerini, mevduat bankaları gibi daha güvenilir temellere
dayalı yapmalarını sağlayacaktır. Aynı model yüzyıllardır Almanya ve diğer
Avrupa ülkelerinde geçerliliğini kanıtlamıştır. Bank of America’nın Merrill
Lynch’i satın alması da uygulamanın avantajlarına bir örnektir. Bu iki kritik
politika kararının üstüne makroekonomik denkleme yeni değişkenler eklenmiştir.
2008 Krizini Hazırlayan Ekonomik Ortam
2008 krizi, reel piyasalar karşısında gelişimini sürdüremeyen
finans piyasalarında başlamıştır. İktisat tarihinde krizlerin finans dinamiğine
değinen ilk iktisatçılardan biri 1929 krizine tanıklık eden Macar Karl
Polanyi’dir. Piyasanın yıkıcı tavrına karşın korumacılığı bir gereklilik olarak
gören Polanyi’ye göre devletin piyasalara müdahale ettiği üç temel alan;
toprak, emek ve paradır. Bunlar arasında etki alanı en büyük olan alan;
piyasaların olağan seyrini değiştirme gücüne sahip olan paradır. Bu açıdan
bakıldığında 2008 krizini hazırlayan olaylardan ilki, 1971’de ABD başkanı
Richard M. Nixon, Bretton-Woods’a son vererek yani doları altından bağımsız
hale getirmesidir.
Bretton Woods sisteminde kur
kontrolü sebebiyle sermaye bir ülkeden diğerine serbestçe hareket edemiyordu.
Ancak dalgalı kur sistemine geçilmesi, finans piyasalarında yeni bir dönüşüme
neden oldu. Firmaların gerçekleştirdiği faaliyetlerin maliyetleri ve gelirleri
farklı para birimlerinde olması kur farkı ile oluşan riskleri dengeleme
ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı türev piyasaları ortaya çıkmıştır.
Bu piyasalarda alınıp satılan ve türev ürün olarak isimlendirilen kağıtlar;
gerçek ürün alım satımı değil, kontratı gösteren bir kağıt parçasıdır. 1972 yılından
sonra finans dünyası çok değişik türev ürünlerle tanışmıştır.
İkinci olay ise ABD’nin Yom Kippur’da İsrail’e destek vermesi ve
bunun ardından karşılaştığı petrol ambargosuyla patlayan 1973 petrol krizidir.
ABD, 1973’te düşen karlarla ayakta durmakta zorlanan imalat sanayisini
desteklemek için, Bretton-Woods’u kaldırmanın yarattığı hareket özgürlüğüyle
1985’te doları Alman Mark’ı ve Japon Yeni’ne karşı devalüe etmiştir. Plaza
Anlaşması olarak bilinen bu operasyon 1995 yılına dek karlar, yüzde yetmişlere
varan oranlarda arttırmıştır. Ancak imalat sanayinin kendini yenilememesi,
Plaza anlaşmasını geçici bir çözüm haline getirmiş ayrıca küresel ekonominin
diğer yanında Japonya ve Almanya ekonomisi de daralmıştır. Bu yüzden Amerikan
Merkez Bankası 1995’te doların değerini yükselterek karşılıksız ama değerli bir
dolar dönemini başlatmıştır. Bu da mali piyasadaki balonun şişmesine sonra da
bütçe ve dış açıkların meydana gelmesine yol açmıştır. Bu durumda neo-con (yeni
muhafazakar) bir iktidar beklentisi artmıştır. Çünkü doların değer kazanması
için ekonomik ve teknolojik üstünlük veya siyasi üstünlük gereklidir. Küresel
ekonominin güçlenmesine ket vurabilecek ulusal ekonomik ve teknolojik üstünlük
yerine siyasi üstünlük seçeneği tercih edilmiştir. Böylelikle Bush dönemi
başlamıştır. Böyle bir yaklaşımla bakıldığında Bush döneminin başlangıcı,
aslında dolar revalüasyonunun yapıldığı 1995 yılı olarak alınmalıdır. Bu
bağlamda devam edildiğinde Bush iktidarı için en elverişli başlangıç noktası 11
Eylül 2001 tarihi olarak ele alınmaktadır.
11 Eylül 2001’i krizi başlangıç tarihi olarak bir diğer yaklaşım
da halkın refahını arttırıcı politikaları ele almaktadır. Buna göre 2000
senesinin sonunda yüzde 6 olan faizler, 2003 yılında yüzde 1’lere inmiş ve
tüketim teşvik edilmiştir. Bu gelişmeler sonucu ABD halkı, gelirinden daha
fazla harcar hale gelmiştir. Tüketim artışına yönelik uygulamalar, kendini en
çok konut sektöründe göstermiştir. Artan iyimserlik ve harcama eğilimi, risk
yönetiminde gevşemeye ve geri dönüşü riskli olan ipotek kredilerinin serbest
bırakılmasına yol açmıştır.
Bir diğer bakış açısına göre 2000 yılında ekonomilerde baş
gösteren yavaşlamaya karşın gelişmiş ekonomilerin merkez bankaları faizleri
düşürmüşlerdir. Gevşek para politikasının iki sonucu olmuştur: Varlık fiyatları
yükselmiş ve kısa vadeli, düşük faizli borçlanan bankalar konut kredisi gibi
uzun vadeli krediler vermeye başlamıştır. Bu dönemde ABD ve Avrupa Birliği’nde
kredi artış oranı hızı çift haneli seviyelerdedir, gelişmekte olan ülkelerde
kredi hacimleri artmış, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Baltık ülkelerinin
özel sektöre verilen kredilerin artışı yüzde 40’ları bulmuştur. 1999 yılında
türev piyasaların hacmi 10 trilyon dolarken bu rakam 2004’te 40 trilyon dolara
çıkmış ve 2008’de 70 trilyon doları bulmuştur. 2008’in sonunda sadece ipotekli
konut sektörü için kredi piyasasının hacmi 10 trilyon dolardır. Burada bir
noktanın altının çizilmesi gerekmektedir: Bankalar konut kredisi talebini
arttırmak amacıyla kredi ürünleri çeşitlendirmiş, koşulları esnekleştirmiş ve
geri ödeme olasılığı zor olan tüketicilere krediler sunmuştur. Bu durum öyle
yerlere ulaşmıştır ki herhangi bir geliri olmayan kişiler bile kredi almıştır
bu yüzden bu kredilere NINJA (no income, no job, no asset- gelirsiz, işsiz,
varlıksız) adı verilmiştir. 1,5 trilyon doları bulan böyle yüksek riskli NINJA
kredilerinin arkasındaki mantık şudur: Geri ödenmelerinde zorluk çıkarsa
gösterilen teminat nakde döndürülecektir. Ancak kredi vermek için yarışan
finans kuruluşlarının zayıf nitelikleri olan ipotekleri de teminat olarak
almışlardır. Sanal ipotek olarak da adlandırılan bu teminatlarla alınan
“eşik-altı (sub-prime)” krediler daha sonra krizi tetikleyen temel unsurlardan
olacaktır. Bu tip eşik-altı kredilerle artan talep konut fiyatlarına tavan
yaptırmıştır.
Tablo: İpotekler ve Subprime
İpoteklerin Menkul Kıymetleştirilmesi (Milyar $)
Yıllar
|
Toplam
İpotek |
Subprime
İpotek |
Subprime
/
Toplam İpotek (%) |
Subprime Dayalı
Çıkarılan Menkul Kıymetler |
Subprime
İpoteklerin Menkul Kıymetleştirme Oranı(%) |
2001
|
2.215
|
190
|
8.6
|
95
|
50.4
|
2002
|
2.885
|
231
|
8.0
|
121
|
52.7
|
2003
|
3.945
|
335
|
8.5
|
202
|
60.5
|
2004
|
2.920
|
540
|
18.5
|
401
|
74.3
|
2005
|
3.120
|
625
|
20.0
|
507
|
81.2
|
2006
|
2.980
|
600
|
20.1
|
483
|
80.5
|
Kaynak: http://www.nber.org/papers/w14398.pdf E.T. 10.01.2010
Bu noktada merceği tekrar makro ölçeğe taşımak gereklidir. Gevşek
para politikası nedeniyle oluşan enflasyonist baskılar, 2004 yılının ikinci çeyreğinde
FED’i harekete geçirmiş ve faizler arttırılmıştır. 2005’in ortalarına doğru
konut talebinin azalmasıyla konut fiyatlarında da durgunluk meydana gelmiştir.
Artan faizler sayesinde konut kredisi ödemelerinde de zorluklar baş
göstermiştir. Bu sorunla birlikte bankalardaki hacizli konut sayısı artmıştır.
Hacizli konutların bankalar tarafından piyasa sürülmesi, konut fiyatlarını
tekrar aşağı çekmiştir. Bu gelişmeler “jungle mail” kavramını ortaya
çıkarmıştır: Konutların net değeri, ödenen kredilerin net değerinin altında
kaldığından müşteriler, evlerin anahtarlarını zarflarla geri postalamıştır.
Ancak bankalar, bu kredi ödemelerini çeşitli mali kuruluşlara satmıştır ve
evleri teminat olarak gösteren birçok menkul ürün vardır. Böylece zarar hızla
yayılmış ve mali kuruluşların iflasına yol açmıştır.
Ancak kriz iki boyutlu bir seyir izlememiştir, aynı anda birçok
boyut ve dinamik söz konusudur. Düşük faizler, aynı zamanda yüksek kazançlı ve
yüksek risk taşıyan ürünlerin talebini de arttırmıştır. Bunlardan biri olan
yüksek riskli ipoteğe dayalı konut kredileri seküritizasyona (menkul
kıymetleştirme) tabi tutulmuş ve yeniden küresel finans piyasalarında satılmaya
başlanmıştır. Menkul kıymetleştirme, nakit akışının belli bir havuzda
toplanarak buradan yatırımcılara satılacak nitelikte menkul varlıklar
üretilmesi olarak tanımlanmaktadır. Daha fazla mevduat olmadan yeni kredi
finansmanlarının yaratılması, riskin dağıtılması, yüksek kazanç motivasyonu
gibi unsurlar seküritizasyonu daha da çekici hale getirmiştir. Menkul
kıymetleştirmedeki havuz mantığı, riskin taşınmasına yardımcı olduğundan krizin
yayılmasında çok etkili olmuştur. YRİK (yüksek riskli ipotek kredisi) veren bir
banka, kredi ödemelerini menkul kıymetleştirip bunu kısmen veya tamamen bir
yatırım bankasına satmaktadır.
Böylece risk yayılmakta ve sistem kırılganlaşmaktadır. Geri
ödemelerdeki herhangi bir arıza, hem bankaya hem de menkul kıymetleştirilmiş
ürünü olan diğer finansal kurumlara yansımaktadır. Eski FED Başkanı Alan
Greenspan de krizin yayılmasını bu kredilerin yeniden satışının neden olduğunu
belirtmiştir. Menkul kıymetleştirmenin yarattığı balon şudur: Finans
mühendisleri, oluşturdukları türev ürünlerde malın şu anki değerini değil
iyimser bir bakış ile gelecekte beklenen fiyatını temel almış ve bu fahiş
fiyattan satmıştır. Kontratların fiyatları olması gereken seviyeden kat kat
yukarı çıkmıştır. Dolayısıyla ortada ahlaki bir sorun da söz konusudur.
Diğer yandan yatırımcılar da geri ödeme sıkıntılarından meydana
gelen güven kaybı yüzünden bu tip menkul değerlere olan taleplerini azaltmış ve
daha az risk teşkil eden hazine kağıtlarını tercih etmişlerdir. Aracı kurumlar,
kısa vadeli nakit için bu varlığa dayalı türev ürünleri teminat
gösterdiklerinden likidite sıkışıklığı yaşamaya başlamışlardır. 2008 Eylül’ünde
Lehman Brothers’ın iflası, gerginliği ciddi boyutlara taşımıştır. Risk
değerlendirme konusundaki başarısızlık görülmüş bu yüzden finansal kurumlar
arasında kredi tıkanıklığı başlamış ve yüksek risk primleri talep
edilmiştir.
Risk değerlendirmesindeki başarısızlığın nedeni, türev ürünlerin
nakde dayalı bir piyasası olmamasıdır. Denetimleri zayıftır dolayısıyla risk
sağlıklı bir biçimde fiyatlandırılamamaktadır. Finans alanında denetim,
düzenleme ve tarafların yeterli bilgiye sahip olmamalarından kaynaklanan
asimetrik bilgi sorunu, aşırı risk almaya, vade uyumsuzluğuna ve varlık fiyatı
enflasyonuna neden olmuştur.




