:::: MENU ::::

Daha çok ekonomi, az çok da üstüme vazife olmayan şeyler ...

1/17/2010

Finansal piyasalarda yaşanan gelişmeler ekonominin geneli üzerinde önemli etkilere neden olmaktadır. Bu nedenle piyasaların sağlıklı işleyişi, istikrarlı bir ekonomik sistem için büyük önem taşımaktadır. Özellikle Gelişmekte Olan Ülke (GOÜ)’lerde finans piyasalarında sürekli istikrarın sağlanması ve korunması her zaman mümkün değildir. Günümüzde Gelişmiş Ülke (GÜ)’lerde de ekonomik istikrarın sağlıklı bir şekilde korunamadığı son küresel krizde ortaya çıkmıştır.



2007 yılı ortasından itibaren kendini hissettiren ve 2008-2009 yıllarında şiddetlenen ekonomik kriz ABD’den başlayarak dalgalar halinde birçok ülkeyi etkisi altına almıştır. Ekonomik kriz dünyada görülen 1929 Ekonomik Buhranı’ndan sonra etkileri açısından yaşanan en büyük kriz olarak adlandırılmaktadır.

Thomas Friedman ve John McCain gibi önemli araştırmacılar krizin temelinde Wall Street’te yaşanan açgözlülük ve yolsuzluk olduğunu dile getirmektedir. Stiglitz ve Akerlof bunu bir adım daha öteye taşıyarak tüm krizlerin temelde ilkesiz bir çıkarcılık, yolsuzluk ve haksızlıktan kaynaklandığını söylemektedir. Bu motifler, insani mükemmelliğe duyulan şüpheyi ve kriz algısını tetiklemektedir. Krizin temelini araştırırken yatırımcılarda görülebilecek bu temel davranış motiflerinin yanı sıra 30 yıl boyunca yapılan bir takım politik manevraların da değerlendirilmesi gereklidir. 

ABD ölçeğinde bakıldığında iki kritik karar mevcuttur: Birincisi, 1970’lerde hisse senedi alışverişindeki komisyonların deregüle edilmesidir. Sabit komisyon döneminde yatırım bankaları hisse senedi ticaretinden tatmin edici bir kar elde edebilmektedir. Ancak deregülasyondan sonra düşük maliyetli brokerların pazara girmesi, rekabeti arttırmış ve yatırım bankalarının marjlarını kısmıştır. İkinci kritik karar ise 1990’larda ticari bankalar ve yatırım bankaları arasındaki sınırları çizen Glass-Steagall kısıtlamalarının kaldırılmasıdır. Bu sayede ticari bankalar ve hatta AIG gibi sigorta şirketleri de yatırım bankalarının işlerini yapar ve yatırım pazarından pay alır hale gelmiştir. Yatırım bankaları da hayatta kalmak adına bu duruma yeni iş kolları yaratarak ve karmaşık türev ürünler üreterek karşılık vermiştir. Kaldıracın daha fazla kullanıldığı, finansmanın para piyasalarından karşılandığı ve karlılık yaratan bu ürünler aynı zamanda krizin iki tetikleyicisi; "üret ve dağıt" modeli menkulleştirme ve aşırı kaldıraç kullanımına yol açmıştır. 


Diğer yandan şunu da belirtmek gerekir ki bu politikalar, bugünkü sonuçları hesaba katılmadan üretilmiştir. Deregülasyonun amacı, küçük yatırımcıların daha az maliyetle piyasaya girmesidir. Ancak her şey düşünüldüğü gibi olmamış ve bu durum yatırım bankalarını daha fazla risk almaya itmiştir. 

Benzer şekilde Glass-Steagall kısıtlarının kaldırılmasından da bir mantık vardır. Ticari ve yatırım bankalarının birleşmeleri, finansal kurumların işlerini çeşitlendirmelerine yardımcı olacaktır. Ticari bankacılık sayesinde yatırım bankaları İşlemlerini, mevduat bankaları gibi daha güvenilir temellere dayalı yapmalarını sağlayacaktır. Aynı model yüzyıllardır Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde geçerliliğini kanıtlamıştır. Bank of America’nın Merrill Lynch’i satın alması da uygulamanın avantajlarına bir örnektir. Bu iki kritik politika kararının üstüne makroekonomik denkleme yeni değişkenler eklenmiştir. 

2008 Krizini Hazırlayan Ekonomik Ortam 

2008 krizi, reel piyasalar karşısında gelişimini sürdüremeyen finans piyasalarında başlamıştır. İktisat tarihinde krizlerin finans dinamiğine değinen ilk iktisatçılardan biri 1929 krizine tanıklık eden Macar Karl Polanyi’dir. Piyasanın yıkıcı tavrına karşın korumacılığı bir gereklilik olarak gören Polanyi’ye göre devletin piyasalara müdahale ettiği üç temel alan; toprak, emek ve paradır. Bunlar arasında etki alanı en büyük olan alan; piyasaların olağan seyrini değiştirme gücüne sahip olan paradır. Bu açıdan bakıldığında 2008 krizini hazırlayan olaylardan ilki, 1971’de ABD başkanı Richard M. Nixon, Bretton-Woods’a son vererek yani doları altından bağımsız hale getirmesidir.

Bretton Woods sisteminde kur kontrolü sebebiyle sermaye bir ülkeden diğerine serbestçe hareket edemiyordu. Ancak dalgalı kur sistemine geçilmesi, finans piyasalarında yeni bir dönüşüme neden oldu. Firmaların gerçekleştirdiği faaliyetlerin maliyetleri ve gelirleri farklı para birimlerinde olması kur farkı ile oluşan riskleri dengeleme ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı türev piyasaları ortaya çıkmıştır. Bu piyasalarda alınıp satılan ve türev ürün olarak isimlendirilen kağıtlar; gerçek ürün alım satımı değil, kontratı gösteren bir kağıt parçasıdır. 1972 yılından sonra finans dünyası çok değişik türev ürünlerle tanışmıştır.

İkinci olay ise ABD’nin Yom Kippur’da İsrail’e destek vermesi ve bunun ardından karşılaştığı petrol ambargosuyla patlayan 1973 petrol krizidir. ABD, 1973’te düşen karlarla ayakta durmakta zorlanan imalat sanayisini desteklemek için, Bretton-Woods’u kaldırmanın yarattığı hareket özgürlüğüyle 1985’te doları Alman Mark’ı ve Japon Yeni’ne karşı devalüe etmiştir. Plaza Anlaşması olarak bilinen bu operasyon 1995 yılına dek karlar, yüzde yetmişlere varan oranlarda arttırmıştır. Ancak imalat sanayinin kendini yenilememesi, Plaza anlaşmasını geçici bir çözüm haline getirmiş ayrıca küresel ekonominin diğer yanında Japonya ve Almanya ekonomisi de daralmıştır. Bu yüzden Amerikan Merkez Bankası 1995’te doların değerini yükselterek karşılıksız ama değerli bir dolar dönemini başlatmıştır. Bu da mali piyasadaki balonun şişmesine sonra da bütçe ve dış açıkların meydana gelmesine yol açmıştır. Bu durumda neo-con (yeni muhafazakar) bir iktidar beklentisi artmıştır. Çünkü doların değer kazanması için ekonomik ve teknolojik üstünlük veya siyasi üstünlük gereklidir. Küresel ekonominin güçlenmesine ket vurabilecek ulusal ekonomik ve teknolojik üstünlük yerine siyasi üstünlük seçeneği tercih edilmiştir. Böylelikle Bush dönemi başlamıştır. Böyle bir yaklaşımla bakıldığında Bush döneminin başlangıcı, aslında dolar revalüasyonunun yapıldığı 1995 yılı olarak alınmalıdır. Bu bağlamda devam edildiğinde Bush iktidarı için en elverişli başlangıç noktası 11 Eylül 2001 tarihi olarak ele alınmaktadır. 

11 Eylül 2001’i krizi başlangıç tarihi olarak bir diğer yaklaşım da halkın refahını arttırıcı politikaları ele almaktadır. Buna göre 2000 senesinin sonunda yüzde 6 olan faizler, 2003 yılında yüzde 1’lere inmiş ve tüketim teşvik edilmiştir. Bu gelişmeler sonucu ABD halkı, gelirinden daha fazla harcar hale gelmiştir. Tüketim artışına yönelik uygulamalar, kendini en çok konut sektöründe göstermiştir. Artan iyimserlik ve harcama eğilimi, risk yönetiminde gevşemeye ve geri dönüşü riskli olan ipotek kredilerinin serbest bırakılmasına yol açmıştır. 

Bir diğer bakış açısına göre 2000 yılında ekonomilerde baş gösteren yavaşlamaya karşın gelişmiş ekonomilerin merkez bankaları faizleri düşürmüşlerdir. Gevşek para politikasının iki sonucu olmuştur: Varlık fiyatları yükselmiş ve kısa vadeli, düşük faizli borçlanan bankalar konut kredisi gibi uzun vadeli krediler vermeye başlamıştır. Bu dönemde ABD ve Avrupa Birliği’nde kredi artış oranı hızı çift haneli seviyelerdedir, gelişmekte olan ülkelerde kredi hacimleri artmış, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Baltık ülkelerinin özel sektöre verilen kredilerin artışı yüzde 40’ları bulmuştur. 1999 yılında türev piyasaların hacmi 10 trilyon dolarken bu rakam 2004’te 40 trilyon dolara çıkmış ve 2008’de 70 trilyon doları bulmuştur. 2008’in sonunda sadece ipotekli konut sektörü için kredi piyasasının hacmi 10 trilyon dolardır. Burada bir noktanın altının çizilmesi gerekmektedir: Bankalar konut kredisi talebini arttırmak amacıyla kredi ürünleri çeşitlendirmiş, koşulları esnekleştirmiş ve geri ödeme olasılığı zor olan tüketicilere krediler sunmuştur. Bu durum öyle yerlere ulaşmıştır ki herhangi bir geliri olmayan kişiler bile kredi almıştır bu yüzden bu kredilere NINJA (no income, no job, no asset- gelirsiz, işsiz, varlıksız) adı verilmiştir. 1,5 trilyon doları bulan böyle yüksek riskli NINJA kredilerinin arkasındaki mantık şudur: Geri ödenmelerinde zorluk çıkarsa gösterilen teminat nakde döndürülecektir. Ancak kredi vermek için yarışan finans kuruluşlarının zayıf nitelikleri olan ipotekleri de teminat olarak almışlardır. Sanal ipotek olarak da adlandırılan bu teminatlarla alınan “eşik-altı (sub-prime)” krediler daha sonra krizi tetikleyen temel unsurlardan olacaktır. Bu tip eşik-altı kredilerle artan talep konut fiyatlarına tavan yaptırmıştır. 
Tablo: İpotekler ve Subprime İpoteklerin Menkul Kıymetleştirilmesi (Milyar $)
Yıllar
Toplam
İpotek
Subprime
İpotek
Subprime /
Toplam
İpotek (%)
Subprime Dayalı
Çıkarılan Menkul
Kıymetler
Subprime
İpoteklerin
Menkul
Kıymetleştirme
Oranı(%)
2001
2.215
190
8.6
95
50.4
2002
2.885
231
8.0
121
52.7
2003
3.945
335
8.5
202
60.5
2004
2.920
540
18.5
401
74.3
2005
3.120
625
20.0
507
81.2
2006
2.980
600
20.1
483
80.5

Bu noktada merceği tekrar makro ölçeğe taşımak gereklidir. Gevşek para politikası nedeniyle oluşan enflasyonist baskılar, 2004 yılının ikinci çeyreğinde FED’i harekete geçirmiş ve faizler arttırılmıştır. 2005’in ortalarına doğru konut talebinin azalmasıyla konut fiyatlarında da durgunluk meydana gelmiştir. Artan faizler sayesinde konut kredisi ödemelerinde de zorluklar baş göstermiştir. Bu sorunla birlikte bankalardaki hacizli konut sayısı artmıştır. Hacizli konutların bankalar tarafından piyasa sürülmesi, konut fiyatlarını tekrar aşağı çekmiştir. Bu gelişmeler “jungle mail” kavramını ortaya çıkarmıştır: Konutların net değeri, ödenen kredilerin net değerinin altında kaldığından müşteriler, evlerin anahtarlarını zarflarla geri postalamıştır. Ancak bankalar, bu kredi ödemelerini çeşitli mali kuruluşlara satmıştır ve evleri teminat olarak gösteren birçok menkul ürün vardır. Böylece zarar hızla yayılmış ve mali kuruluşların iflasına yol açmıştır. 

Ancak kriz iki boyutlu bir seyir izlememiştir, aynı anda birçok boyut ve dinamik söz konusudur. Düşük faizler, aynı zamanda yüksek kazançlı ve yüksek risk taşıyan ürünlerin talebini de arttırmıştır. Bunlardan biri olan yüksek riskli ipoteğe dayalı konut kredileri seküritizasyona (menkul kıymetleştirme) tabi tutulmuş ve yeniden küresel finans piyasalarında satılmaya başlanmıştır. Menkul kıymetleştirme, nakit akışının belli bir havuzda toplanarak buradan yatırımcılara satılacak nitelikte menkul varlıklar üretilmesi olarak tanımlanmaktadır. Daha fazla mevduat olmadan yeni kredi finansmanlarının yaratılması, riskin dağıtılması, yüksek kazanç motivasyonu gibi unsurlar seküritizasyonu daha da çekici hale getirmiştir. Menkul kıymetleştirmedeki havuz mantığı, riskin taşınmasına yardımcı olduğundan krizin yayılmasında çok etkili olmuştur. YRİK (yüksek riskli ipotek kredisi) veren bir banka, kredi ödemelerini menkul kıymetleştirip bunu kısmen veya tamamen bir yatırım bankasına satmaktadır.

Böylece risk yayılmakta ve sistem kırılganlaşmaktadır. Geri ödemelerdeki herhangi bir arıza, hem bankaya hem de menkul kıymetleştirilmiş ürünü olan diğer finansal kurumlara yansımaktadır. Eski FED Başkanı Alan Greenspan de krizin yayılmasını bu kredilerin yeniden satışının neden olduğunu belirtmiştir. Menkul kıymetleştirmenin yarattığı balon şudur: Finans mühendisleri, oluşturdukları türev ürünlerde malın şu anki değerini değil iyimser bir bakış ile gelecekte beklenen fiyatını temel almış ve bu fahiş fiyattan satmıştır. Kontratların fiyatları olması gereken seviyeden kat kat yukarı çıkmıştır. Dolayısıyla ortada ahlaki bir sorun da söz konusudur. 

Diğer yandan yatırımcılar da geri ödeme sıkıntılarından meydana gelen güven kaybı yüzünden bu tip menkul değerlere olan taleplerini azaltmış ve daha az risk teşkil eden hazine kağıtlarını tercih etmişlerdir. Aracı kurumlar, kısa vadeli nakit için bu varlığa dayalı türev ürünleri teminat gösterdiklerinden likidite sıkışıklığı yaşamaya başlamışlardır. 2008 Eylül’ünde Lehman Brothers’ın iflası, gerginliği ciddi boyutlara taşımıştır. Risk değerlendirme konusundaki başarısızlık görülmüş bu yüzden finansal kurumlar arasında kredi tıkanıklığı başlamış ve yüksek risk primleri talep edilmiştir. 

Risk değerlendirmesindeki başarısızlığın nedeni, türev ürünlerin nakde dayalı bir piyasası olmamasıdır. Denetimleri zayıftır dolayısıyla risk sağlıklı bir biçimde fiyatlandırılamamaktadır. Finans alanında denetim, düzenleme ve tarafların yeterli bilgiye sahip olmamalarından kaynaklanan asimetrik bilgi sorunu, aşırı risk almaya, vade uyumsuzluğuna ve varlık fiyatı enflasyonuna neden olmuştur.


1/11/2010

Türkiye ekonomisinin 1970'lerin sonlarında olduğu gibi 1980'lerin sonuna doğru da tıkanmaya başladığı
bilinen bir ger­çektir. Bu tıkanmayı çözmeye yönelik ekonomik istikrar progra­mının uygulamaya konulamamış olması (ki bunun temel nede­ni siyasal iktidarların en büyük karabasanı olan döviz sorununun aşılmış gibi görünmesidir) sonucu 1994 yılı başında Türkiye yeni­den bir ekonomik krizin içine girmiş, uzun bir süre istikrarlı görü­nen dolar-TL paritesi ciddi şekilde bozulmuş, enflasyonist beklen­tiler büyük ölçüde artmış, hazine içeride borçlanamaz duruma gel­miştir. ABD'li kredi değerlendirme kurumlarının Türkiye'nin kre­di değerliliğini arka arkaya düşürmesi sonucu dış kredi bulma imkanı da kalmayınca siyasal iktidar bir ekonomik istikrar paketini yürürlüğe koymuş ve hemen peşinden IMF ile 14 aylık bir stand­by düzenlemesine girilmiştir.

5 Nisan 1994 tarihli ekonomik istikrar programının başlıca hedefleri şunlardır: 

(i) Ek vergi alınarak kamu gelirlerinin artırılması, 
(ii) Kamu giderlerinin, ücret artışlarının enflasyonun altında tutulması da dahil olmak üzere çeşitli bütçe kısıntıları yo­luyla düşürülmesi, 
(iii) (i) ve (ii)'de konu edilen önlemler sonucu konsolide büt­çe açığının ve dolayısıyla kamu kesimi harcama gereğinin (PSBR) düşürülmesi, 
(iv) TL'nin dolar karşısında değer kazanmasının önlenmesi, 
(v)  Hazine borçlanmasını çekici hale getirebilmek için başlan­gıçta enflasyonun çok üstünde bir faizle kâğıt satılması Ve zaman içinde bu faizin düşürülmesi. 

Bütün bu önlemler sonucunda da enflasyonun makul düzeyle­re indirilmesi temel amaç edinilmemiştir. Uygulanmaya başlanan bu program yukarıda sayılan hedefle­rin bir bölümüne kısa zamanda ulaşmış, ihracat artışına ithalat da­ralmasının eşlik etmesi sonucu dış ticaret açığı küçülmüş ve bu­nu izleyerek cari işlemler dengesi pozitif bir dengeye dönüşmüş­tür. Faizler yeniden serbest bırakılmış ve hatta çok yüksek faiz ar­tışları başlangıçta teşvik edilmiştir. Bu tür maliye politikası ağırlık­lı bir ekonomi politikasından beklendiği üzere reel GSMH 1994 yı­lının ikinci 3 aylık bölümünde % 10,5 oranında azalma göstermiş, yıl sonu gerçekleşmesi % 6 dolayında bir küçülmeyle sonuçlanmış­tır. 1995 yılı ekonominin yeniden büyümeye yöneldiği bir yıl ol­muştur. 1995 yılı GSMH reel büyümesi % 8,1'lik bir büyümeyi or­taya koymaktadır. Buna karşın fiyatlar genel düzeyinde ilk başta görülen düşme trendi kısa zaman sonra geçmişe göre daha da bü­yük bir artma eğilimi içine girmiştir. 1994 yıl sonu itibariyle 12 ay­lık toptan eşya fiyatları endeksi % 150 olmuştur. Bu oran bir önce­ki 12 aylık döneme göre yaklaşık 2 misli bir artışa işaret etmektedir. Fiyat artışları 1995 yılında yeniden istikrar programı öncesindeki düzeyine dönmüş ve % 70'ler dolayında gerçekleşmiştir. Böylece enflasyonun nedeni olarak teşhis edilen hastalıkların tedavisi daha önce ortaya koyduğumuz modele uygun bir biçimde GSMH geri­lemesine neden olurken bir yandan da ilginç bir şekilde enflasyonu yükseltici sonuçlar vermiştir.

Bu şaşırtıcı sonucun nedenlerini şöylece sıralamak mümkündür: 

(i) Maliye politikası önlemleri tek başına uygulanmış, piyasa­daki aşırı likiditeyi düşürmeye yönelik para politikası araç­ları uygulanmamıştır. Hazine, Merkez Bankası'ndan doğ­rudan para kullanmaya devam etmiş, Merkez Bankası ban­kalara yönelik kredilerini artırmış, sonuçta bankalar bu kredilerle kısa vadeli yüksek faizli hazine kâğıtlarını ala­rak hazineye borç vermişlerdir. Böylece geçmişte tek başı­na uygulandığı için sınırlı sonuç vermiş bulunan para po­litikası terk edilerek yerine maliye politikasının uygulama­ya konulması yoluyla bu iki politikanın birlikte uygulan­maması hatasında ısrar edilmiştir. 

(ii) Siyasal iktidara duyulan güvensizlik, ekonomik istikrar programının yürürlüğe konmasından sonra da devam etmiş, mevcut iktidarın ve dolayısıyla uygulanan istikrar programının uzun ömürlü olmayacağını düşünen ekono­mik aktörler beklentilerini olumlu bir çerçeveye dönüştürmemişlerdir. Böyle olunca da yeni klasik iktisatçıların "beklenti ne yöndeyse gerçekleşme de o yönde olur" tezine uygun sonuçlar alınmıştır. 

(iii) İstikrar önlemleri uygulaması sırasında kurumsal yapılan­maya ilişkin önlemler alınamamış, hatta tam tersine söz konusu önlemleri uygulamakta en büyük ağırlığa sahip ol­ması gereken hazine, Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş ka­nununu iptal etmesi ve siyasal iktidarın yeni bir kanunu uzun süre yürürlüğe koyamaması sonucu kanunsuz olarak yönetilen bir kurum haline gelmiştir. Bu gelişme, 1994 yı­lının ikinci yarısı boyunca mevcut belirsizlik ortamını da­ha da artırmış ve beklentilerin daha da olumsuz yönde et­kilenmesine yol açmıştır.

(iv) Kamu tercihi okulunun öngörüleri doğrultusunda, millet­vekillerinin baskıları artmış ve Türkiye için hazırlanan bir istikrar programının temel öğelerinden biri olan sübvansi­yonların daraltılması politikasından hedeflenen amaca gö­re önemli oranda sapma gösterilmiştir.

(v) Bütün bu belirsizlikler içinde hazine kısa vadeli borçlan­mayı sürdürmeye mecbur kalmış ve bu gelişme ortamın belirsizliğini artırmaya katkıda bulunmuştur. Artan belir­sizlik faizlerin yüksek düzeyde kalmaya devam etmesine yol açmış, hazine borçlanması giderek daha pahalılaşma­ya başlamıştır.

(vi) 1994 yılı sonlarına doğru Türkiye önce ara seçim, sonra da erken genel seçim havasına girmiş, bu gelişme siyasal ik­tidarın ömrünü tamamlamak üzere olduğu ve dolayısıyla uygulanmaya çalışılan istikrar programının terk edileceği inancının yerleşmesine yol açmıştır.

Özetle 5 Nisan kararları, yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız çerçeveye göre eksik alınmış, kamuoyu nezdinde güvenilirliğini yi­tirmiş bir siyasal iktidar tarafından, kurumsal düzenlemelere git­meksizin ve hatta mevcutların da bozulmasıyla birlikte yürütülme­ye çalışılmış kararlardır. 5 Nisan 1994 kararlan, çerçevesi tam be­lirlenmeden, siyasal ve yapısal olumsuzluklar giderilmeden uygu­lamaya sokulmuş ve başarısız sonuçlar alınmış bir ekonomik istik­rar programı örneği olarak tarihe mal olmuştur. Söz konusu ka­rarların asıl önemli olumsuz etkisi, sonraki istikrar önlemlerine inançsızlık için bir altyapı oluşturması biçiminde ortaya çıkmıştır.

1/03/2010

Ekonomik kriz dönemi, işletmelerin faaliyetlerini etkileyen en önemli faktörlerden birisi olan ekonomik
çevre koşullarında ortaya çıkan değişmelerin yer aldığı bir dönemdir. Ekonomik ortamdaki temel değişiklik stagflasyon olarak bilinen ve enflasyon, durgunluk kıtlığın bir arada ortaya çıkması ile temsil edilen durumdur.

Stagflasyon

Bir ekonomide enflasyon ve durgunluğun bir arada yaşandığı ekonomik duruma denir. Stagflasyon son yılların üzerinde konuŞulan özel konusu değildir. 1970’lerde yaşanan petrol bunalımından beri önemini korumaktadır. 1974'te ilk petrol krizinden önce, özellikle özellikle Avrupa’da ve sanayileşmiş iktisatçılar konuyu ele alıp enflasyon ve durgunluk ikileminde konuyu ele almışlardır. Bir yandan petrol fiyatları artarken öte yandan ekonomilerde bu artıştan dolayı ciddi durgunluklar baş göstermiştir. Durgunluğa rağmen sanayileşmiş ülkelerde bir çok üründe fiyat artışları devam etmiştir. 

Stagflasyon kısaca durgunluk içerisinde yaşanan enflasyon olarak ifade edilmektedir. Stagflasyon, "üretimde görülen durgunluk ile enflasyon döneminin bir araya gelmesi yanında ücretler ve fiyatların birbirini takip ederek yükselmesine karşın, ürün ve işgücü talebinin artmaması ve hatta bilhassa düşmesidir."  olarak da tanımlanabilir. 

Tüm ekonomide fiyatların hissedilir derecede yükselmesiyle beraber, üretim faktörlerinin en düşük düzeyde tutulması olarak ifade edilebilir. Stagflasyona yol açan faktörler ise genel olarak beklentilerdeki, döviz kuru ve ithal fiyatlarındaki, hükümet politikalarındaki, enerji fiyatlarındaki, nüfus ve iŞgücü yapısındaki değişmelerdir. İşletmelerin ve sendikaların tekelci güce sahip olmalarının ve teknolojik yeniliklerin sayısındaki düşmenin de stagflasyona yol açtığı ileri sürülebilmektedir.

Enflasyon 

Enflasyon belirli fiyat düzeyinde toplam talebin toplam arzdan daha fazla olması demektir. Bu durumda, fiyatlar genel düzeyi yükselmeye başlayacaktır. Bu nedenle enflasyon fiyatlar genel düzeyindeki devamlı bir artış olarak olarak tanımlanabilir.

Para miktarındaki artışların, mal ve hizmet üretimindeki artışlardan daha fazla olması enflasyonun önemli bir nedenini oluşturmaktadır. Diğer bir nedende mal ve hizmetlere    karşı   duyulan    aşırı    talep    nedeniyle    "talep    yönlü    nedenler"    ve    mal    ve hizmetlerin üretim maliyetlerinin artmasıyla ortaya çıkan arz yönlü nedenlerdir. İki tür enflasyondan söz edilebilir. Talep enflasyonu ve maliyet enflasyonu. Talep enflasyonu, tam istihdamdaki bir ekonomide, toplam talepte ortaya çıkan bir artış, birçok mal ve hizmetin piyasasında aşırı talep yaratarak fiyatları yükseltmektedir. Böylece ekonomi tam istihdamda iken hem mal ve hizmet hem de üretim faktörü piyasalarında görülen talep artışları enflasyona neden olmaktadır. Maliyet enflasyonu ise maliyetlerin yükselmesi, daha sonra fiyat artışları nedeniyle talebin yükselmesi biçiminde oluşan enflasyon süreci olarak ifade edilmektedir. Maliyet artışları, ücretlerin yükselmesine, girdi fiyatlarının artmasına, bazı mal ve hizmetlerin fiyatlarının artışına, ithalatın pahalılaşmasına, emeğin marjinal veriminin düşmesine vb. bağlı olarak ortaya çıkabilir.

Tam istihdam durumundaki bir ekonomide, toplam talepteki artış, birçok mala ilişkin piyasada aşırı talep yaratarak fiyatları yükseltmektedir. Mal hizmet talebindeki artış, faktör talebinde bir artışa neden olarak bunların fiyatlarını da yükseltmekte böylece hem mal ve hizmet piyasasında hem de üretim faktörleri piyasasındaki toplam talep artışı enflasyona neden olabilmektedir. 

Üretimde kullanılan girdi fiyatlarının yükselmesi ve bunun ardından ürün fiyatlarının artması ile ortaya çıkan süreç ise maliyet enflasyonu olarak kabul edilmektedir. 

Durgunluk 

Durgunluk, hammaddelere, işgücüne, mal ve hizmetlere yönelik talebin azalması sürecidir. Talep azalır ve genellikle ekonomideki faaliyet hızı yavaşlar ya da ekonomide daralma ortaya çıkabilmektedir. 

İktisatçılar, yıllık olarak ölçülen reel gayri safi milli hasılada en az altı aylık bir dönem süren düşüş olarak tanımlanmaktadır. GSMH, belirli bir zaman döneminde bir ekonomide üretilen ürün ve hizmetlerin reel miktarının bir ölçüsüdür. Reel GSMH’deki bir düŞüŞ ise, daha az girdi hammadde ve yarı mamul kullanımına, işsizlik oranının yükselmesine, sermaye stoklarının daha küçük bir yüzdesinin üretime ayrılmasına, yani tam kapasitenin altında çalıŞmasına yol açmaktadır. Kısaca reel üretim miktarının düŞmesi halinde reel gelir de düşmektedir. 

Toplam talebin düşmesi, toplam talepteki düşme reel GSMH’de düşmeye dolayısıyla, ekonomideki istihdam düzeyi ile kazanç ve gelirlerin düşmesine yani durgunluğa neden olabilmektedir. Toplam talepteki düşme yeterince şiddetli ise ekonomi, kapasitenin altında faaliyetlerini sürdürmek zorunda kalabilecek, işsizlik artacaktır. Talep düşüşünün altı aylık dönemi aşması halinde ekonomide durgunluk söz konusu olabilmektedir. Durgunluğun bir diğer nedeni ise toplam arzın düşmesidir. Toplam arzdaki düşme ise   üretimde      düşüşe      ve     işsiz      sayısındaki     artışa  yol açabilecektir. 

Kıtlık 

Stagflasyon tanımı içerisinde yer almamasına karşın bir ekonomik kriz dönemi olarak algılanan bir diğer süreç de kıtlıktır. Kıtlık belirlenen fiyat seviyesinde talebin arzdan daha fazla olduğu ekonomik ve psikolojik unsurlar taşıyan bir durumdur. Enflasyonun tersine buradaki talep fazlası ekonominin genelinden çok, belirli ürün veya hizmetler için sözkonusudur. Bu nedenle genellikle spesifik ürünlerin veya hammaddeler ile ara malların arz eksikliğini nitelemek için kullanılır.

Fiyatların ve üretim seviyelerinin devlet tarafından tespit edilmesi, kıtlığa yol açan faktörlerin başında gelmektedir. Tüketici harcamalarındaki artışlar, ekonomide üretim yetersizliklerine yol açabilir. Bazı hammaddelerin arzının yetersiz olması, bu hammaddelerin girdi olarak kullanıldığı tüketim veya endüstriyel ürünlerin kıtlığına yol açabilmektedir. Bunun dışında bazı endüstri kolları fiyatları daha yüksek bir noktaya çekebilmek için amaçlı bir Şekilde düşük kapasiteyle üretim yapmakta ve ürün teslimatlarının gecikmesine neden olarak kıtlığa yol açabilmektedir.

Krizler ani şekilde veya gelişini daha önceden hissettirerek ortaya çıkabilirler, her ne şekilde olursa
olsun temel neden ortaya çıkan yeni rekabet koşullarına işletmelerin uyum sağlayamamalarıdır. Bu ana neden işletme dışı faktörler ve işletme içi faktörlere bağlıdır. 

Dış Çevre Faktörleri

İşletmenin kontrolü dışında krize neden olan çevre faktörler dış çevre faktörleridir. Dış çevre faktörleri ülkeyi hatta dünyayı kontrolü altına alarak çok sayıda işletmenin varlığına etkide bulunabilir. Çevre koşullarında oluşan hızlı değişiklikler işletmelerin bu değişikliğe hızlı uyum sağlamalarını gerektirir. İşletmenin uyum sorunu krize zemin hazırlar. Çevre faktörlerine uyum sağlamada gösterilen gecikme krizin şiddetinin artmasına neden olur. İşletmelerde krize neden olabilecek çevre faktörleri; doğal şartların, toplumsal, ekonomik, teknolojik ve politik yapının değişimidir. 


ekonomik_kriz_cevresel-faktorler


Doğal Faktörler 

Doğal çevreyle ilgili beklenmedik değişimlerdir. Toprak, su, iklim ve çevre kirliliği yönünden ani felaketler krize zemin hazırlar. Türkiye’de 1999 yılında meydana gelen iki deprem birçok işletmenin yıkılmasına, kullanılamaz, üretim yapılamaz hale gelmesine neden olmuştur.

Ekonomik Faktörler 

İşletmenin ürünlerinin arz talep durumu, Pazar faktörleri, ülke ekonomisinin parasal, mali ve genel iş şartları yönünden değişimi, ekonominin büyümesi ve sağlığı, Gayri Safı Milli Hasıla ve kullanılabilir kişisel gelir, talepteki büyük değişimler ve yabancı rekabeti işletmeleri yakından etkiler. Özellikle uluslararası pazarlamada çalışan işletmeler dış çevre açısından farklı ortamlarda bulunurlar.
Aşağıdaki Tablo' da Türkiye’de ekonomik faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan önemli krizlerin nedenleri ve sonuçlan yer almaktadır. 

Tablo: Türkiye’de Ekonomik Faktörlerin Etkisiyle Ortaya Çıkan Önemli Krizler 
    Yıllar                  Krizlerin Nedenleri                                  Krizlerin Sonuçları 
1929
Dünya ekonomik bunalımı
Dolar 1,97 TL’den 2,21 TL’ye yükselmiş, ödemeler dengesi bozulmuş, yabancı sermaye girişi durmuştur.
1946
Dış ticaret açığını kapatmak, ihracatı   artırmak   amacıyla devalüasyon yapılmıştır.
Enflasyon %30’lara çıkmış, 1946-1947 yıllan arası ekonomi gerilemiştir.
1958
Develüasyon
Ekonomik darboğaz olmuştur.
1970
Dış       ödemeler      dengesi üzerindeki    baskı    üzerine devalüasyon yapılmıştır.
Dolar 9 TL’den 15,15 TL’ye yükselmiş, büyümede düşüş meydana gelmiştir.
1980
24 Ocak kararları
Dolar 33,70 TL’den 70 TL’ye yükselmiş, reel faiz dönemi başlamış, üç haneli enflasyon dönemi başlamıştır.
1994
5 Nisan kararları
Dolar 17.000 TL’den 40.000 TL’ye yükselmiş, kamu açıklannı kapatıcı istikrar paketi uygulanmıştır.
2000-01
Kasım 2000 ve Şubat 2001 Likidite sıkışıklığı
Faiz oranları aniden %1700-2000 seviyelerine yükselmiştir.
2008-09
ABD’de başlayan ve dünyayı saran kriz
işletmelerin pazar payları, azalmış ihracat rakamları gerilemiş, sanayi kapasite kullanım oranları gerilemiştir.


Toplumsal Yapı 

Toplumdaki insan ilişkilerinin ve değer yargılarının değişmesi, toplumsal ve kültürel sorunlar işletmeleri kriz ortamına çeken nedenler arasındadır.

Nüfus yapısındaki değişiklikler en önemli sosyal ve kültürel faktörlerden birisidir. Göç, kadının toplumdaki yeri, yaşam tarzlarının değişmesi, beklentilerin artması gibi gelişmeler işletmelerin amaçlarını etkileyebilmektedir. İşletmelerin bu değişmelere uygun stratejiler belirleyip uygulaması gerekir. Aksi takdirde sosyal ve kültürel faktörleri dikkate almayan işletmeler krizle karşı karşıya gelmektedir. 

Teknolojik Faktörler 

Teknolojik yenilikler işletmelerde değişimi gerektiren nedenlerden birisidir. Teknolojik gelişmeler işletme tarafından izlenmez ve tatbiki olmazsa kriz yaratır. Makineleşme, elektronik otomasyon, ve son bilgisayar teknolojileri işletmenin ürünlerine, maliyet ve zaman unsuruna alternatif yaratmada etkili olur.

Teknolojideki değişmeler toplumsal hayatı ve buna bağlı olarak işletmelerde değişimi zorunlu duruma getiren önemli bir unsurdur. İşletmenin kullandığı teknik ve yöntemlerde hızlı bir değişme söz konusu ise bu gelişen teknoloji işletmenin ürettiği mal ve hizmetin yerine ikame edilebilecek yeni ürünler ve faaliyet alanları ortaya çıkarmışsa ve işletme bunlara ayak uyduramıyorsa krizle karşı karşıya kalabilmektedir. Teknolojik gelişmeler yaşamın her alanında hız, konfor, kolaylık sağlamakta, ekonomik büyüme hızını artırmakta, yaşam standardını yükseltmektedir.

A call-to-action text Contact us